Biraz Sinema Biraz Edebiyat: Paris
Uçakta orta koltukta ruhum sıkılarak yolculuk etmenin sıkıntısını aklımdaki romantik Paris düşleri ile bastırıyordum. Sonunda sanatçılara kucak açan, pek çok dahinin sokaklarını arşınladığı kente ayak basacağım için heyecanlıydım.
Lafı uzatmaya gerek yok. Paris bir hayal kırıklığı oldu benim için. İlk günümden itibaren şehri saatlerce yürüyerek gezdim ve bir türlü o havayı ruhu yakayalamadım. İstanbul’da Beyazıt meydanından yürüyerek Gülhane parkına yürüdüğümde düşler ülkesinde gibi olurum. Sonunda tüm karakterlerin göründüğü sahnede ben de varım derim hayranlıkla etrafıma bakarken. Aynı frekansı yakalayabilirim sanmıştım Paris’te. Anatol France’in, Hugo’nun, Balzac’ın Paris’i beni hoş karşılamadı.
Güzel olmasına güzeldi şehir ancak bir şey eksikti nasıl anlatsam evet güzel binalar heykeller ve köprüler, çok iyiydi hoştu ama yüreğim pır pır etmedi nedense. Amsterdam’da bir anda karşıma çıkan Rembrandt’ın evi mutlu etmişti beni. Böyle bir şey bekledim hep. Listeme göz atarak kafamda bir rota çizdim ve tek tek gittim hepsine. Sartre sokağı, Latin Quarter ki 68 direnişinin sembolü, Café De Flour Hemingway, Fitzgerald gibi güzel insanların kahvelerini içtiği sanat, edebiyat sohbetlerinin merkezi olan mekan, gittiğimde kocaman bir hamburgeri dişleyen, höpürdeterek birasını yudumlayan turistler ile tıka basa doluydu. Salah Birsel’in İstanbul Paris kitabı yanımdaydı ve kafeye oturup okumayı denedim. Kitapta okuduğum Pigalle’e de gittim. Olmadı, bir türlü bir filmin başrolündeymiş gibi hayal aleminde gezemedim, o duyguyu iliklerime kadar hissedemedim. Aklımda yeni fikirler belirmedi.
Şimdi beni daha net anlarsınız sanırım Woody Allen/ Midnight in Paris filmi gibi olsun istedim galiba. O şanslı Amerikalı yazar Gil gibi zamanda seyahat edemesem de beynimde şimşekler çaksın arzuladım. Ancak Paris, dekoru muhteşem ancak senaryosunın zaman içinde tavsadığı, oyuncuların oynamaktan bıktığı bir tiyatro oyunu gibiydi.
Başıma gelen en güzel şey diyebilirim Shakespeare and Company kitapçısı için. Notre Dame civarında gezerken adını hep duyduğum kitapçıyı görmek istedim. Paris’e yalnızca bu kitapçı için bile gelinebilir dedim içeri girdiğimde. Kapıdan içeri adımımı attığım zaman ilk günden beri aradığım duygu sardı beni. Tavana kadar olan raflara dizilmiş binlere kitap ve kahverengi ile sarının tonlarının ağırlıkta olduğu nostaljinin iliklerinize işleyeceği bir kitapçı. Tek kelime ile muhteşemdi. Kendimi ilk kez Diegon Yoluna girmiş Hogwarts birinci sınıf öğrencisi Harry gibi hissettim. Onu da almak istiyorum, şunu da, bunu da! Görevliye yer altı edebiyatının yerini sorup memlekete hediye olarak götürmek üzere Bukowski’den Ham on Rye’ı satın aldım. Ekmek Arası’nı Türkçe baskısından okuyan kuzenim için güzel olacağını düşündüm. Kendime de Fitzgerald’dan Jazz Age Stories ve Hemingway’in Spanish Civil War kitabını aldım. Henüz çok kazanmayan bir akademisyen olduğum için alışverişimi kısa tutmam icap etti ancak bakmak parayla değil ya! Haruki Murakami’nin kitaplarının İngilizce basklılarını inceledim. Üst kata çıkıp kitapçının kurucusu ve sahibi 2 yıl önce vefat etmiş olan George Whitman’ın gerçektende hemen üst katta yaşadığını öğreniyorum. Daktilosu, piyanosu ve yatağı halen daha orada duruyor. Eriştiğim romantizm düzeyinden ayaklarımı hissetmiyorum. Rüyada gibi geziniyorum kitapçının içinde. Dışarı temiz havaya çıkıyorum ve hemen karşıdaki banka oturup bir sigara yakıyorum. Muhteşem! Aklıma yeni fikirler hücum etti ve dolup taşıyorum. Cebimden küçük defterimi çıkartıp bir şeyler karalıyorum. Cep telefonuma ses kayıt yapıyorum. Her şeyi bırakıp bir kitapçı açma fikri geliyor aklıma. Selim İleri’nin dediği gibi kitapların elma armut gibi satılmadığı sanatsal değeri olan, kokusu ile ruhu ile edebiyatı yaşatan bir yer, belki çay sohbetleri de düzenlerim cuma akşamları!
İkinci el kitapları karıştırmaya gidiyorum. Dükkanın hemen önünde tablaların üzerinde istiflenmiş duruyorlar. Şimdi niçin bu kitapçı Paris’te başıma gelen en güzel şey dediğimi anlayacaksınız. Orhan Pamuk’un Kar romanını çekiyorum raftan. Kapağı açıyorum bir iki sayfa çeviriyorum ve ‘To Gaby, Orhan Pamuk’. Kader mi, tesadüf mü, tevafuk mu bilemem ama seyahate çıkmadan önce internetten alsam mı almasam mı acaba dediğim kitabı Paris’te ikinci el kitaplara göz atarken yazarından imzalı buluyorum. Kitabı kaptığım gibi soluğu kasada aldım. Hayal kırıklığı ile başlayan Paris muhteşem bir final yaptı benim için. Kalan günlerimde kahvemi alıp Shakespeare and Company’nin önündeki banka oturup dergi karıştırdım.
Bu da böyle bir anımdır. Sağlıkla kalın.
Ahmet Bilal ÖZBEK