Lars von Trier Röportajı
Lars von Trier uçağa binmiyor – uçaklar onu korkutuyor ve bu yüzden her yere karayoluyla seyahat ediyor. Bu da demek oluyor ki geçen yılın başlarında Cannes Film Festivali’nden Kopenhag’a 1450 kilometrelik geri dönüş yolculuğu normalden daha da uzun gelmiş olmalı. Festival, basın konferansında Nazilerle ilgili bir espri yaptığı için von Trier’i kovdu ve onu ‘persona non grata’ ilan etti. 55 yaşındaki yönetmen oğullarından biriyle Danimarka’ya dönerken karısıyla yüz yüze gelmekten ödü kopuyordu. “Bana çok kızgındı,” diyerek o günü hatırlıyor. “Oğlum ve ben, sadece dönüşümüzü geciktirmek için gece Danimarka’nın farklı yerlerinde kalmak üzerine konuşup duruyorduk. Karım çok tatlıdır, ama bana sürekli ‘Lars, çocukları hiç mi düşünmedin?’ diyordu.”
Bunu anımsarken, biraz gülüyor, sinirlice ve elleri titriyor. Cannes’dan bu yana olanlar üzerine düşünmek için zaman buldu. Onunla Kopenhag’ın eteklerindeki eski bir kışlada konuşlanan şirketi Zentropa’daki bungalovunda buluştuk. Koyu renk bir pantolon, siyah bir tişört ve deri bir ceket giyiyordu. Elektrikli bir golf aracıyla beni kazandığı ödüllerin eski bir davul setinin üzerinde asılı durduğu kantinden almaya geldi. Duvardaki Banksy stili stensilde “Bu noktadan ötede artistik dürüstlük yoktur.” yazıyordu.
Anında, bir bilinmezlik başlıyor. “Öncelikle, özür dilemeliyim,” diyor elimi sıkarken. “Ayığım ve Cannes’daki basın konferansı ayık olarak katıldığım ilk basın konferansıydı.” Kafamın karıştığını söylüyorum. İnsanlar pişmanlık duyacakları şeyleri genellikle sarhoşken ağızlarından kaçırırlar. Sadece gülüyor…
Golf aracıyla betonun üzerinde ilerlerken yağmur başlıyor. Islanmamak için ‘The Idiots’ın ve ‘Dogville’in yönetmenine sokuluyorum. Bazı tuhaf ağaçları işaret ediyorum ve duruyor. “Son zamanlarda çocuklarıma ağaçların isimlerini öğretiyorum.” Ben “Peki, bu hangisi?” diye soruyorum, ‘Antichrist’ın yönetmeninden bir doğa dersi talep etmekle eğlenerek. “Bu bir dişbudak ağacı. Çok güzel yaprakları var; ilk sekiz milimetre filmlerim için onları çektiğimi hatırlıyorum. Sorun şu ki, ayrıca aşırı sağ bir partinin sembolü bu. Ve bir de Wagner dişbudak hakkında çok yazdı. Yani ondan uzak durmam lazım.”
Yağmurdan kaçıp, hemen önüne daha normal bir ulaşım aracını – küçük bir BMW – park ettiği kabinine adım atarken onun yalnızca bir yaprak olduğunu söylüyorum. “Hayır,” diyor, ciddiyetle bakarak. “Hiçbir şey asla sadece bir yaprak değildir.”
Mayıs ayında, von Trier’in Cannes’da gösterilen filmi ‘Melancholia’ idi. Aklında şimdiden yeni bir film var, ‘’, ama çok yavaş hazırlandığını söylüyor ve filmin “aşırı uzun, aşırı sıkıcı ve aşırı felsefi” olacağını ekliyor. İsmi bir ipucu, film seksle ve kadın cinselliği ile ilgili. “Çok araştırma yapıyorum, dışarı çıkıp kadınlarla konuşuyorum, özellikle de önüne gelenle düşüp kalkanlarla. Ve bu çok eğlenceli. 50 yaşına geldiklerinde, kendilerini bununla ilgili konuşmaktan alıkoyamıyorlar.”
Bana 40 yaşlarında – “mutlu ya da öyle olduğunu iddia eden”– bir hayat kadınından bahsediyor. Tahammül edemediği tek müşteri tipinin mazoşistler olduğunu söylemiş. Çok gülüyor. “Mazoşistler asla tatmin olmaz! Doğru olan bir şey yapman mümkün değildir, dedi, zihinlerini okuman gerekiyor ve çok talepkârlar.” Bu von Trier’i çok eğlendiriyor ve mazoşistler üzerine tüm bu konuşmada biraz da kendisini düşünüp düşünmediğini merak ediyorsunuz – garip bir adam, tatmin etmesi zor, nereye giderse gitsin kargaşayı da davet etmeye kararlı.
Bir yönetmen olarak, aktrislerini ve karakterlerini zora koşarak sadizmle itham edildiği de oldu. Akla ‘Dalgaları Aşmak’taki Emily Watson ve ‘Dogville’deki Nicole Kidman geliyor. Ama daha fazlası için geri dönen oyuncuları düşününce bu suçlama boş geliyor. Charlotte Gainsbourg ‘Antichrist’tan sonra ‘Melancholia’ için geri döndü ve von Trier bana – o talihsiz basın konferansında kendisinin solunda ürkekçe oturan – Kirsten Dunst’ın onunla başka bir film daha yapmaktan çok hoşlanacağını yazdığını söylüyor. ‘Nymphomaniac’ın ne denli aşırı olacağını düşünerek onu geri çevirmiş. “Ona cevabımda ‘Hayır, hoşlanmayacaksın! Ne dediğini bilmiyorsun!’ yazdım”.
‘Nymphomaniac’ hakkındaki konuşmamızın orta yerinde sesini yükseltiyor. “Filmde cinsellik olacak. Kültürel radikal olduğumdan, cinsel birleşmesiz film yapamıyorum. Bu çok saçma olurdu.” Anlayışla başımı sallıyorum, bir porno yönetmeni diğeriyle konuşur gibi. Von Trier, tüm gün ‘Nymphomaniac’ ile ilgili konuşabilir, ama ben sohbeti ‘Melancholia’ya doğru ilerletiyorum. Bakir ama enerjisi düşük film, Kirsten Dunst’ın oynadığı Justine’in bir kır evindeki düğünü etrafında birkaç gününü gözler önüne seriyor. Justine depresif bir karakter ve dünyanın sonunun yaklaşmakta oluşu işleri daha da kötü bir hale getiriyor.
Absürt düğününü resimleyen, Dogma stili, sarsıntılı kamera çekimli bölümlerde John Hurt, Kiefer Sutherland ve Charlotte Rampling gibi aktörler topluluğa katılıyor. Justine ve kız kardeşi Claire’in (Charlotte Gainsbourg) kıyamete farklı tepkiler verdiği günleri izleyen daha sakin anlar da var. Von Trier “biraz aceleye geldi” dediği ‘Melancholia’yı yok saymaya meyilli. Ona filmden memnun olup olmadığını sorduğumda, ki bu konuda şüphelerim var, iç çekiyor ve bir an sessizlik oluyor. Ardından bir iç çekma daha. “Bunu yanıtlamak biraz zor.” Bir es. “Biraz utanıyorum çünkü bu filmi yaparken kolay yolu seçtim.” Bahçecilikle ilgili bir analoji için hamle yapıyor ve sopanın her zaman yetiştirmek istediğiniz çiçekten daha uzun olmasının gerekliliğini anlatıyor. ‘Melancholia’ için kullandığım sopa belki de yeteri kadar uzun değildi.” Istıraplı ama aniden neşeleniyor. “Ama yaparken çok eğlendim.” O zaman her şeyin iyi olduğunu söylüyorum. “Hayır. Protestan olmak, bu iyi değil.”
‘Antichrist’ ve ‘Melancholia’nın aynı karakteristikleri taşıdığını öne sürdüm. Bu, sinemayı Dogma filmi ‘The Idiots’ ve her biri duvarların bomboş zemine tebeşirle çizildiği üç boyutlu sahnelerde çekilen iki Brecht’vari hikâye, ‘Dogville’ ve ‘Manderlay’ ile çırılçıplak soyan bir adam için alışılmadık bir durum. ‘Antichrist’ ve ‘Melancholia’, diğerlerinin aksine, dikkatle ışıklandırıldı ve düzenlendi, birçok kare Gregory Crewdson’ın çekimlerine benzeyen fotoğrafları aratmıyordu – müstehcen, fazla işlemeli, tehdit edici, anlam yüklü. ‘’Melancholia’nın bazı sahnelerine bakarsanız onlara neredeyse ‘güzel’ diyebiliriz – ki bu Von Trier gibi yaşlanmakta olan bir film okulu serserisi için korkulacak bir şey. “Bununla gurur duymuyorum,” diyor. Bunun kazara olmadığını söylüyorum. Koltuğa gömülüyor. “Sadece başka ideallerim var.”
‘Antichrist’ın 2009’da gösterime girdiği dönemde, von Trier filmi bir depresyon esnasında yaptığını anlattı. Bunu geride bıraktı mı? “Depresyon? Evet, sanırım. Birkaç yıl sürüyor.” Terapi gördü mü? “Evet. Ana fikir vazgeçmiş olman. Orada uzanıyorsun, bir duvara bakıyor ve ağlıyorsun. Sana en az neden nefret ettiğini soruyorlar, ben birkaç yıl önce oynadığım bir bilgisayar oyununu söylüyorum. ‘Tamam’ diyorlar. ‘O zaman sizin tedaviniz bu olacak, günde üç sefer, beş dakika.’ Böyle başlıyorsun. Tabii bir de ilaçlar var. Bu tamamen hayatınızı yeniden yoluna koymaya çalışmakla ilgili.”
Depresyonun korkunç oluşunun yanı sıra, anksiyetesine iyi geldiğini söylüyor. “Bu iyi bir şey. Aile için korkunç bir şey tabii ki, bütün çocuklar onların suçu olduğunu düşünüyorlar ve ne olduğunu anlamıyorlar. Ama belki de hayatın bu yönünü görmeleri iyidir.” Zamanında insanlar von Trier’in son yapıtı ‘Antichrist’ın bir depresyondan doğduğuna dair açıklamasıyla dalga geçiyorlardı. Bunun bir numara olduğunu söylüyorlardı. Onu dinlerken, çektiği acıların gerçek olduğunu inkâr etmek zor.
“Savaşta, annem İsveç’e gitti çünkü o bir direniş savaşçısıydı ve beni evlat edinen babam da oraya gitti çünkü bir Yahudi’ydi. Gerçek babam da bir özgürlük savaşçısı olarak İsveç’e gitti. Ama onlar Alman’dı, demek istediğim buydu.”
Charlotte Gainsbourg ve Kiefer Sutherland ‘Melancholia’da kıyameti izliyor. Von Trier, Yahudi kökenlerini bağrına basmaya karar verdi. Onu yetiştiren Yahudi ebeveyni, öz babası değildi belki ama “Yahudilik benim terbiyemdi. Karar verdim ki diğer herkes kadar ben de Yahudi’yim. Bu benim geldiğim yer. Spermlerin nereden geldiğini umursamıyorum. Ben kültürel bir Yahudi’yim.”
Yanlış anlaşılmalara açık oldukları için bir daha basın konferansı düzenlemeyeceğini de söylüyor. “Sana şu an “Ben bir Naziyim” dersem, bana “Ne demek istedin?” diyeceksin. Ve bundan bir anlam çıkabilir.” Ama o şimdiden bu kuralı çiğnedi. Bir hafta önce bir retrospektife katılmak üzere Berlin’e gitti. İzleyiciler tarafından bir rock yıldızı gibi karşılandığını ve 500 kişinin ondan imza istediğini söylüyor. Hafifçe gülerek ‘Nazi’ kelimesini her ağzına alışında izleyenlerin çıldırdığını söylüyor. “Bundan hoşlanmış olmam benim için tehlikeli elbette.” Kalabalıkla “gerçek Naziler Fransızlar’dı” görüşünü paylaştığını da söylüyor. Bununla ne demek istedi? “Bütün anti-Semitizm hikayesinin Hitler’in Fransa’dan çaldığı bir şey olduğuna dair bir hissiyatım var.”
Bu Hitler’in son gündeme gelişi olmuyor. Cannes’daki “Hitler’i anlıyorum” sözleri üzerine konuşuyoruz. Pişman değil. “Biliyorum kulağa antipatik geliyor, ama inanıyorum ki başımıza gelenlerden bir şeyler öğrenebiliriz, eğer bunun hakkında çok sayıda tabu yaratırsak bu süreci yavaşlatır ve tamamen durdurur – bu da mesela Auschwitz’de ölen insanlar için çok adaletsiz olurdu.
Danimarka’daki aşırı sağ tehdidini ve bunun onda uyandırdığı nefreti uzun uzadıya konuştuk. Temmuz’da 77 insanı öldüren Norveçli Anders Behring Breivik’in ‘Dogville’i Facebook’ta favori filmi olarak gösterdiğini açığa çıkmasının ardından yorum yapmak zorunda hissetti. Bu dehşet, onu 2007’de neredeyse yüzde 14 oy toplayan göç karşıtı Danish People’s Party (DPP) karşıtı görüşlerini açıklamaya sevk etti ve partinin fikirlerini Norveç’e yaymanın sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini söyledi. Yanıt tersti. “Akli açıdan hastalıklı bir adamla ve sapık bir Naziyle böyle bir tartışmaya asla girmeyeceklerini söylediler.”
Bunu kendi istedi, diyebilirsiniz. Bir yanda Almanlardan oluşan bir kalabalık önünde Nazilerden pür neşe bahsetmekten heyecan duyan von Trier var. Diğer yanda dili yandığı için kabuğuna çekilmeyi istemeyen, düşünceli, uzlaşmaz bir zihin var. Ciddi yorumları mizahla harmanlama istekliliğinde de hoşa giden bir yan var, röportajın çoğunu kıs kıs gülerek geçiriyor.
İyi zaman geçiriyor gibi görünüyor. Ve o ellerini sallayışı, o sık sık koltuğun derinliklerine doğru kayışları ve von Trier için zevkin beraberinde acıyı da getirdiğini hatırlatan o sızlanmaları hâlâ sürüyor.
Ayrılmak için ayağa kalktığımda, parmak eklemlerindeki ‘Fuck’ dövmesini işaret ediyorum. Aklımda bir elinde ‘Love’ (Aşk) ve diğerinde ‘Hate’ (Nefret) yazdığı kalmış. “Oh hayır,” diyor, “ama yine de bu da aşk ve nefret arasında bir yerde duruyor.” Buna gülüyor. Çok.