Sinemanın Şairi Andrei Tarkovski: Bölüm III

Zerkalo ile birlikte Tarkovski’nin en kişisel filmi olan Nostalghia, aynı kendisi gibi ülkesinden sürgüne gönderilen birini anlatır. Sanatçı sıfatıyla gittiği İtalya’da, kültür farklılığından doğan bir yabancılığın kendisini yeterince tatmin edemediğinden rahatsız olup ana vatanına dönme arzusuyla yanıp tutuşan Andrei’yi izleriz Nostalghia‘da. Kendi toprakları kadar geride bıraktığı eşini ve çocuklarını da özlemektedir sanatçı; Tarkovski ise bunu her zaman yaptığı gibi renklerle oynayarak seyircisine aktarmayı tercih etmiştir. Andrei, geri dönmeyi istediği kadar bundan korkmaktadır. Artık kendisi olduğundan şüphelidir, özünü yitirdiğini düşünmektedir. Özlem duyduğu her şeyin onu yabancı karşılayacağına inanmaktadır. Korkuları ve endişeleri büyür, zamanla özleminden şüphe duymaya başlar. Bu sırada Andrei’ye eşlik edense sinema tarihinin en ünlü meczuplarından biridir. Dünyanın sonunun geleceği düşüncesi ile seneler boyu ailesini hapsetmiştir Domenico. Ailesi onu terk ettiğinde ise zihninin derinliklerinden silinen pek bir şey olmamıştır; o, geçmişin gölgesinde yaşamaya devam etmiştir harabe haline gelen ve içine yağmur yağan evinde. Bu evi ilk kez gördüğümüz sahnede ise seyircinin gözüne çarpan şey manidardır; duvardaki “1+1=1” yazısı. Domenico’nun dudaklarından dökülen bir damla ve bir damla daha iki damla etmez, daha büyük bir damla eder cümlesine bir göndermedir bu. Tarkovski’nin tanrı inancı ve özlemine yönelik bir işarettir de. Bir olanın, birden gelenlerin anlatımıdır. Bu iki karakter arasındaki bağı, Tarkovski kendine has yöntemlerle kurmayı başarır. Andrei, meczubu özümsemeye çalışır. Halkın ona deli gözüyle bakmasına rağmen o, onun zihnine girmeye ve gözünden görmeye odaklamıştır kendini. Bu etkileşim bir zaman sonra o kadar güçlü ağlarla desteklenir hale gelir ki tek plan halinde çekilen efsanevi bir sekans ortaya çıkar. Dünyanın sonu gelmesin diye yaktığı mumla bir havuzu geçmektedir Andrei; bir yandan özlem duyduğu şeylere kavuşma aşkıyla ilerler, bir yandan da özlem duyduklarından uzaklaşmanın acısıyla. Yolun sonuna geldiğinde ise dökülür gözyaşları, haykırır. Domenico ise umursamaz insanların arasında kendini yakmayı tercih etmiştir; “deli bir adam size kendinizden utanmanızı söylüyorsa, ne biçim bir dünyadır burası” der uzun monoloğunun sonunda. Alevler içindeki bedenine ise sadece bir hayvan tepkisini gösterir. Başlardaki ayin/kutsanma sahnesi de filmin tarihe mal olmuş sahnelerinden biridir. Andrei’nin tercümanı Eugenia’nın girdiği kilisede Domenico ile ilk karşılaşmalarına vesile olur söz konusu sahne. Anne olmak isteyen bir kadının Meryem’e ettiği duaya dayanır, inançsızlığın ve inancın sorgulandığı; yozlaşmanın işlendiği bir sekanstır. Domenico’nun meczupluğu ile bilgeliğini harmanladığı ilk anlar da bu sekansa tekabül eder. Şairin önceki eserlerine kıyasla daha durgun ve daha kişisel (Zerkalo ile yarışır) bir anlatımı ve konusu olan Nostalghia, zorlu bir film olmasının yanı sıra Rus edebiyatının derinliğini içine katan Tarkovski filmleri arasında da özel bir konumda yer alır. Filmi, şairin kendisi “hasta bir insanın kendi röntgenine bakmak gibi” olarak yorumlamıştır. Belki de bu yüzden, kendisinin en çok sevdiği/içine sinen yapıtı da Nostalghia‘dan başkası değildir.

——————————————————————————–

Oyuncunun sahnede sergilediği performans, tek seferliktir. Hata yapma şansı yoktur, sahnede kendini kanıtlar. Doğaldır, mizansenle uyumu hiçbir zaman beyazperdede seyredilen kadar geri planda kalmaz; ayaklarının yere bastığı zeminin değdiği her şeyle uyum içinde olmalıdır. Tarkovski’nin yaşama gözlerini yumduğu sene, İsveç’te çektiği son filmi Offret (The Sacrifice – Kurban) de böyle bir ahenk eşliğinde açılıp sonlanır. Kendi çizgisinden biraz kayarak, İsveç sinemasının medar-ı iftiharı Bergman sinemasının izleriyle dolu son bir güzellik yapan şair, oğluna adadığı Offret‘te umutsuzluğun ve umudun, kaybolanların ve yaşamın, son kez de olsa tanrı özleminin ve var oluşun derinliklerine inmeye çalışmaktadır. Geniş alanlara sığdırdığı dolu insan tiplemeleri ile bu sefer bir göl kıyısında yaşayan küçük bir ailenin toplanışı üzerinden derdini anlatır. Açılış sekansında konuşma yetisi olmayan oğluyla birlikte sonsuz düzlüklerde gezinen bir babanın kendi kendine konuşmasını dinleriz. Daha ilk dakikalardan, ilk cümlelerden kendi varlığını hissettirir Tarkovski. Özlem duyduğu vatanından koparılmış olmanın, yavaş yavaş ölüyor olmanın ızdırabıyla bir kez daha olan ile olmayanı eleştirir. Uygarlığı eleştirir, teknolojiyi eleştirir, gelişimi ve gelişimin önündeki eleştirir, savaşı eleştirir. İnsanoğlunun doğa üzerindeki oyunlarını eleştirir, duygularını ve maneviyatını eleştirir. Rahatlıktan dem vurur, gücün korunmasından rahatsızdır. Baba, ağzından çıkan cümlelerden birinde “gerekli olmayan şey günahtır; ve eğer bu doğruysa uygarlığımız baştan aşağıya günah üzerine kurulu” der. Gelişimin bozulmuşluğu, kültürün bozulmuşluğu, ilerlemenin dengesizliği; uygarlığın içini kemiren hastalıktan rahatsızdır. Keza filmin başlarında tüm aile televizyon karşısında otururken duyduğumuz ses, bir savaşın başladığını duyurur. Hemen ardından bomba ve uçak sesleri göl kenarındaki yalnız evin etrafını sarar. Dünyanın sonu gelmektedir, babanın kendisini ve ailesini korumak için bir şeyleri feda etmesi gerekmektedir. Bu anlayış, şairin önceki yapıtı Nostalghia’daki dervişle birbirine bağlıdır, benzerdir (her iki karakteri de aynı oyuncu canlandırır). Filmde çalışan ekibin bir kısmının Bergman sinemasında da adının geçmesi, Offret‘in bir sentez-film olduğu görüşünü doğurur. Seyirci her ne kadar bu son film ile alakalı olarak, söz konusu mevzu üzerinden ikiye ayrılmış olsa da Tarkovski’nin arayışları ve kaygıları, önceki filmlerden farklı olmakla birlikte yalnızca göze gözükenler anlamında birkaç değişikliğe gidilmiştir. Rus edebiyatının parçalarını andıran anlatım yerinde durmaktadır fakat mizansen değişmiştir, Tarkovski seyircisi bunu rahatlıkla fark edebilir. Renkler soluklaşır, ışığın yeri değişmiştir. Fakat yine de sanatçının imgeleri yerindedir. Göz hareketleri ile uyumlu kamera kullanımı fark edilir. Önceki filmlerine de göndermelerde bulunan Tarkovski (yanan evler, sulak araziler), Offret‘i sonlandırırken oğluna atfeder filmini. Umut ve güvenle diye not düşer; bu bir mirastır Andriosha Tarkovski’ye bırakılan. Kendi ölümünün soğukluğunu hissettirdiği filminde, babanın kendini kurban verdiği gibi ebediyete uğurlanır bir bakıma. Kendi oğluna miras bıraktığı Offret’te oğul karakterini konuşturmaz bilerek, son sözü kendisine saklamıştır zira. İlk filmlerinde (Ivanovo detstvo) yarattığı başına buyruk, baba modelinden mahrum çocuk karakterlerde kendi çocukluğunu anlatırken artık sinemasında da olgunlaşmış, baba karakterini kendisi ile bağdaştırmanın vakti gelmiştir. Başlarda konuşan bir baba yoktur, şimdiyse konuşan bir oğul. Fakat Offret‘in başında babanın dilsiz oğluna verdiği ödevi yerine getirdiğini görürüz en sonda, Tarkovski’ye son bir selam verirken…