Bir Fidandan Arta Kalan

Kimsecikler yoktu bu acı gününde yanında. Ama onu pek de alakadar etmiyordu bütün bunlar. Ne yapacağına, kimlerle beraber olacağına karar veremeyen birisiydi. Kim ne derse desin umurunda değildi. Annesi az ah etmezdi. Ahh benim talihsiz başım der dururdu oğlunun bu hali aklına geldikçe. Üstelik bunu onun yanında söylemekten çekinmezdi bile. Hiçbir işe yaramadığını düşünürdü haliyle. Ama hiç de gocunmazdı halinden. Kendi kendine yetmeyi bilirdi. En azından öyle olduğuna inandırmıştı kendini. Günlerce evden çıkmasa, hatta günlerce hiçbir şey yemese dahi mutlu mesut hayatına devam edebilirdi. Annesinin gecikmiş ölümüne üzülemiyordu bile. Kurtuldu işte benden, benim dertlerimden demek geldi içinden. Söylemeye dili varmadı. Kendi kendine konuşmayı huy edinmişti son zamanlarda. Az uzakta halasının bir kadının omzuna yaslanmış sessizce ağladığını gördü. Kimi kimsesi yoktu anasının. Uzun yıllar önce kundaktaki bebesiyle bir başına kalmış, ne gün görmüş ne de geçirmişti kadıncağız. Babası askerdeyken ölmüştü.. Hasta oldu, yetiştiremedik hastaneye demişlerdi. Anası “yok anam yok ne hastalığı, benim Murad’ım turp gibiydi” derdi her gittiği yerde. “Ne hastalığı, besbelli komutanlar kıydı Murad’ımın canına. Oyyy Murad’ım oyy” der ağlardı saatlerce.. Bu sebepten midir bilinmez içinde askerlere karşı dindiremediği devasa bir öfke vardı. Öyle ki liseden en yakın arkadaşı Mete, askeri okula gidince birden bire tüm irtibatını kesmişti. Zaten doğru dürüst arkadaşı da yoktu. Hepten yalnız kalmıştı şimdi. Babasını çok özlediğini farketti. Baba denen mefhumu hiç bilmese de hasretle yanıyordu içinden bir şeyler. Kışın kendi elleriyle yaptığı kardan adamlar geldi aklına. Kardan babasını yapardı. Evden en etli zeytinleri, en temiz havucu seçerdi onun için. Hatta bir keresinde annesini ve kendisini de yapmıştı. Ailesinin kardan silüetlerinin arkasına geçer baba ve annesini konuştururdu. Sezercik filmlerinden hatırladığı diyalogları kullanırda çoğu kere. Annesine çok kızdığı zamanlar dayak bile attırırdı babasına. Birden sinirle gerildi. Tuvalete girdi. Aklına kötü bir hatırası gelmiş, kaşlarını çatmıştı. Bir bahar günü bahçede dolaşırken bir dal bulmuştu. O günü hiç unutmuyordu. Küçük bir fidana benzetmişti. Hemen bahçedeki vişne ağaçlarından birinin yanına gelip kahkaha ata ata dikmişti. Birine can vermek gibiydi. Babasına veremediği canı bu fidana verecekti. Her gün saatlerce sular, yanına gidip kendinden bir parça gibi severdi. Kısa sürede öyle bir boy attı ki fidan, kendi boyunu dahi geçmişti. Annesinin yıllar önce diktiği vişne ağaçları bile bu kadar büyümemişti. Gururlanırdı ağacıyla. Hatta ara sıra gidip konuşurdu onunla. Yazın ağacıyla, kışın kardan yaptığı ailesiyle vakit geçirirdi. Artık tamamdı hayat onun için. Her şeyi vardı. Yazı, kışı, iyi kötü bir ailesi ve her geçen gün biraz daha büyüyen, serpilen güzeller güzeli bir fidanı. Bir sabah yine ağacına su vermek için bahçeye çıkmıştı. Gözlerine inanamadı. Dizleri üstüne çökmüş bağırarak ağlamaya başlamıştı. Bu arada aklına filmlerde gördüğü sahneler geliyor, kendini televizyon filmlerinde rol alan karizmatik bir çocuk gibi hayal ediyordu. Birisi ağacını kesmişti. Hem de kökünden. O kendinden büyük ağacın yerinde şimdi bir keser sapını andıran tipsiz bir odundan başka bir şey göremeyince basmıştı çığlığı. Meğer önceki akşam annesi vişne ağaçlarının suyunu içiyor, o yüzden büyümüyor vişneler diye demir testeresiyle acımadan kesmişti biricik oğlunun biricik fidanını. Yemin etmişti annesini affetmemeye. Günlerce konuşmadı, yemedi, içmedi. Neden sonra annesi fidanından geriye kalanını bıçakla temizlemiş, düzgün bir değenek haline getirmişti de yemeye içmeye başlamıştı. Değneği annesinin eliden çekip yatağının altına koymuştu. Kış olunca da kardan annesini yapmış, sakladığı değnekle annesinin kardan halini paramparça etmişti. Günler boyu özenle annesini kardan yapmış sonra fidanından kalan değnekle parçalarına ayırmıştı. Yine böyle günlerden birinde neredeyse donacak hale gelinceye kadar babasına sarılıp saatlerce ağlamıştı. Bazan bu hatırayı rüyasında görürdü. Ama rüyasında kardan olmazdı babası. Kendi olurdu. Etli, sıcacık, baba gibi. Her gece dua ederdi, bu gece de babamı göreyim diye. Belki de özlediği bu rüyaydı. Ya da çocukluğundaki kardan adamlar, anne ve babası. Kardan kendi elleriyle yarattığı babasına bu kadar düşkün olacağı aklına gelmezdi. Bir gün annesi evde yokken, babasının kışlık paltosunu giydirmişti kardan babasına. Üşümesin diye değildi. Baba dediğin güzel giyinirdi. Fiyakalı paltosuyla kahveye girdi miydi tüm gözler ona çevrilmeliydi. Murad bey gelmiş, hoş gelmiş, buyursunlar demeliydiler. Bir fırça sapından yaptığı koluna sımsıkı sarılmış, “baaak benim güzel babam” demişti önceki günün karından kalma annesine. O gece paltoyu babasında bırakmış, sabahtan uyandığında ise çırılçıplak kardan bedenini görmüştü babasının.. Annesi ise bir güzel benzetmişti terlikle. Öyle alışmıştı ki bu kardan adamlara, babasının gerçekten üşüdüğünü zannederdi. Bu olaydan sonra yapmadı kardan mardan adam. Sigaraya başladı. Durakları kolaçan eder, otobüs bekleyen adamları gözlerdi. Binecekleri otobüs gelince son bir fırt çekip atarlardı izmaritlerini. Ne de olsa yasaktı otobüste, minübüste sigara içmek. El çabukluğuyla yerdeki izmariti hasır altı edip daha ateşi sönmeden bahçede tüttürüverirdi keyifle. Bir de gazete zulası vardı. Özenle bahçedeki vişne ağacının altına gömmüştü. Artık vişne veriyordu ağaç. Çıplak kadınlar vardı bu gazetelerde. Artık erkek olmuştu. Kadınlara bir de bu gözle bakmalıydı. Durduk yere aklına gelmiyordu bunlar elbette. Teyzesinin oğlu sokmuştu aklına. “Küçükken bizim babalarımızda yaptı bunları olum” demişti. “Yapmasalardı biz bile olmazdık. Valla bak..” diye de pekiştirmişti. O günden sonra düzenli olarak gazete alır vişne ağacının altına gizlice saklardı. Gazetelerdeki magazin yazıları daha çok dikkatini çekerdi. Bir yandan kızarmış vişneleri götürüp diğer yandan modellerin uydurmadan hayat hikayelerini okurdu ilgiyle. Resimlerden daha çok zevk verir hale gelmişti bu samimiyetsiz yazılar. Bir müddet sonra bıktı hepsinden. Hem vişnenin ekşi tadından hem de çıplak kadınların hikayeleriyle geçirdiği tedirgin vakitlerden.

Sifonu çekip balkona çıktı. İçeriden belli belirsiz ağlama sesleri gelmekteydi. Cebini yokladı. Sigara paketinin sert köşesini hissedince rahatladı. Yeni almıştı. Paketi özene bezene açtı. Ortasındaki Tekel bandrolü yırtılırsa şayet tüm hevesi kaçar, hemen başka bir paket alırdı. Önceki paketteki sigaraları da yeni pakettekiler bittikçe eklerdi yeni paketine. Sigarasını asla israf etmezdi. Belki bir kalemde milyon doları silip atardı ama sigaranın ayrı bir önemi vardı onun için. Ne de olsa yokluğunu çok çekmişti. Hiçbir zaman tam olarak bitirmez, küllüğe falan basmazdı. Söndürmeden dışarı atardı. Belki de kendi gibi bir çocuğa iyilik yapmak istiyordu kendince. Gerçi şimdiki gençler sigarayı umursamıyordu. Çarşıda, gazete standında okuduğu haber geldi aklına. Manşetten, kocaman puntolarla verilmişti. İSTANBUL’DA BONZAİ DEHŞETİ. Bonzai denince aklına Karayipler civarında bir ada gelirdi nedense. Bu isimde bir adanın olup olmadığını dahi bilmiyordu. Bonzai adası. Aslında bir ada için hiç de fena bir isim değil dedi kendi kendine. Kendine hayalini kuracak yeni bir şey bulmuştu. Bonzai adasını, sahilleri ve plaj güzelleri. Neşelenmişti birden. Ne annesinin ölümü, ne de gençlerin Bonzai bağımlılığı bozamazdı neşesini. Akşam oldu. Ara ara kederlendi. Balkona çıkıp art arda sigara yaktı. Gece olunca halasının dizine uzanıp saçlarını tarattı. Kanepenin üzerinde öylece sızıp kaldı. Öğlen namazından sonra defnettiler annesini. Herkes ayrılınca, mezarlığın girişindeki çeşmeden su doldurmaya başladı çamurlu bir bidona. “Murat Kaplan Hayratıdır” yazıyodu çeşmenin başında. Babası geldi birden aklına, sonra annesinin Murad’ım deyişi… Bidondan eline taşan suyla irkildi. Sonra suladı annesinin taze toprak kokan çıplak mezarını acı ve gurur karışımı bir duyguyla. Az ilerde bir dal parçası çarptı gözüne. Getirip usulca dikti ıslak toprağa. Çömelip öylece kaldı bir süre. Ağlamaya zorladı kendini. Ağlayamadı. Bidonun dibinde kalan suyu yavaşça gezdirdi fidanın etrafında…