Neden
Kafasına elinde tuttuğu bardakla vurmaya başladı. “neden” diye haykırdı. “nedeeeen!.. Daha önce hiç böyle bağırmamıştı. Sıkıca tuttuğu bardak masanın üzerine yuvarlandı. Okuldan sonra kiraladığı küçük bir dairede yalnız yaşardı. Nemden duvarları dökülen bu dairenin her yanında yankılandı sesi. İçi titredi. Aylardır kimseyle görüşmüyordu. Telefonu vardı ama sadece gelen aramalara açıktı. Kimseyi arıyamıyordu da. Arada annesi arar ağlardı, “oğlum nolur gel evine ne yer ne içersin oralarda.” derdi. O da sessizce ağlayarak “gelicem anne, gelicem az biraz işlerim var onları halledeyim, gelicem” diye onu sakinleştirmeye çalışırdı. Halbuki bi iş yapmazdı. Öğlen uyanır, gece geç saatlere kadar masasında oturur, çay içer, çoğu kez odanın içinde gözüne kestirdiği bir alanı, bazen tuvalette yerdeki fayansların arasını, bazen de dışarıyı seyrederdi. Ara ara dostlarını hatırlar onu aramayışlarına hayıflanırdı. Cevdet’i çok severdi mesela, aynı okuldan mezun olduğu. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. O vakitler çok mutluydu. Annesini her gün arayıp “annecim her şey çok güzel olacak merak etme sakın” dediği bile olmuştu. Cevdet sorunlu birisiydi. Onun sorunlarını kendi sorunuymuş gibi ele alır çözmeye uğraşırdı. Onun için her şeyini verirdi. Cevdet de onu çok severdi aslında, her fırsatta dile getirirdi. Kız arkadaşı olmadı hiç. Onun varı yoğu bir Cevdet’ti. Ancak Cevdet okuldan hemen sonra evlenmiş ve onu bir kez olsun arayıp sormamıştı. Telefonunu eline alıp kişi rehberini gezerken onun ismini görünce duraksar, hüzünlenirdi. Arada sinir patlaması yaşar telefonu yere atardı ama hiç bağırmazdı. Bu son seferki patlamasından sonraysa sanrı görüyormuşçasına duvara baktı uzun süre. Bardağın dibindeki soğumuş çay ve çay otları bulaşmıştı duvara. Onları inceledi bir süre. Hani böyle boş bakışlarla değil. Bir bilim adamının mikroskoptaki hücreye inceleyişi gibi. Kafa hareketleriyle, zaman zaman gözlerini kısıp bakarak inceledi o çay taneciğini ve ondan aşağı süzülen koyu renkteki sıvıyı. Ne düşündü bilinmez. İçinde bulunduğu bu hastalıklı durumdan bir nebze olsun alıp çıkarıyordu bu tarzda dalıp gitmeler. Sonra bir ses duymuş gibi irkildi. Kendini masa ve sandalyenin arasına öylesine sıkıştırmıştı ki birden doğrulup ayağa kalkamadı. Sonra hızlı adımlarla odanın diğer ucundaki kitaplığa seğirtti. Üst raftan başlayarak tüm kitapları savurmaya başladı. Birşeyler arıyor gibiydi. Eski kalın bir kitabı eline alınca duraksadı. Kapağını inceledikten sonra sayfalarına dokundu. Yavaş yavaş çevirdi. Ortalarında bir yerde ne zaman koyduğunu hatırlayamadığı yüz liralık banknotu bulunca da hiç beklenmedik bir şekilde kahkahalar atmaya başladı. Kitabı sevinçle duvara fırlattı. O eski siyah kaplamalı kitabın dağılan sayfalarına baktı kısa bir süre. Sonra mutfağa gidip bir bardak su içti. Aklına birşeyler gelmiş gibi ara ara “evet, olacak bu iş diyip duruyordu.” Tezgahın üzerindeki küçük ekmek bıçağını aldı. Parmaklarıyla keskinliğini kontrol etti, yüzünde psikopatçasına bir tebessümle. Bi gazete kağıdına sarıp pantolonunun cebine soktu. Gene hızlı hareketlerle montunu aldı üstüne. Bir çırpıda merdivenleri inip dışarı attı kendini. Afalladı önce. Uzun zamandır dışarı çıkmıyordu. Karşıdaki dükkanların ışıkları, gelip geçen arabaların sesleri bi garip geldi ona. Hani öyle evin penceresinden duyulan sesler gibi de değildi. Yüzünde salakça bi gülümsemeyle baktı etrafına. Büyük bir kalabalık vardı etrafında, hayranlıkla seyretti insanların birbirleriyle olan bu mükemmel uyumunu. Korna çalan arabalar, karşıdan karşıya geçen insanlar, elinde afilli alışveriş torbalarıyla endam eyleyen narin kadınlar… Evet, her şey kusursuzdu. Bunu fark etmek onu daha da canlandırdı. Nefesi kesilene kadar koştu kaldırımda. İnsanlara çarpmamak için hayli çaba sarf etti. Bu denli atletik hareketleri beklemiyordu kendinden. Yaptıklarındaki tutarsızlığı o da fark ediyordu. Ama dışarıdaki insanların umurunda dahi değildi, kimse dönüp ona bakmıyordu bile. Sıradan görünümlü, aklını kaçırmış bu deliye bırakın dikkat kesilip bakmayı, onun varlığını dahi fark eden yoktu. Gidip bir kaldırım taşına oturdu. Pantolonunun cebindeki bıçak rahatça oturmasına maniydi. Kolaçan etti etrafını, yavaşça cebinden çıkarıp montunun içine aldı bıçağı. Kemerinin arasına sıkıştırdı. Sonra bir sigara içmek istedi. Sigarasını evde unuttuğunu fark edince hayli seslice bir küfür savurdu. İleride yolcu bekleyen taksicinin onu duyduğunu anlayınca da usulca kalkıp ilerideki büfeye girdi. Bir sosisli, bir paket sigara bir de telefon kartı aldı. Sosisliyi hızlıca yedikten sonra, sigarasını yakıp kaldırım taşına oturdu tekrar. Sigara dumanı rahatsız etti onu önce. Ne zamandır içemiyordu parasızlıktan. Ayağa kalktı, ankesörlü telefon aramaya başladı. Adımları yavaşlamış, içini bir titreme almıştı. Az ilerideki kulubeyi görünce sevinçle irkildi. Birden oraya doğru seğirtti. O esnada kemerine sıkıştırdığı bıçak pantolonundan içeri düştü. Öylece kaldırımın ortasında kalakaldı. Yoldan geçenlerin dikkatini çekmeyi başarmıştı. Ama bıçak düşerse bütün her şeyi berbat edebilirdi. Ayaklarını sürte sürte bir kepenklerini kapatmış bir dükkanın önüne geldi. Ucu kasıklarına dayanmış bıçağı alıp montunun cebine koydu. Sakinleşmek için bekledi biraz. Sonra kulübeye geçip numarayı tuşladı. 0553985774.. Üç kere çaldı, sonrasında “alooo” diye sert bir ses geldi. İstifini bozmadan “nasılsın Cevdet” diyebildi. Cevdet onun olduğunu anlamıştı. “vayyy sen nerelerdesin ya.” “hiiiç, öyle bildiğin gibi. bi görüşsek mi?. çok önemli diyeceklerim var.” Sesinde herhangi bir duygu yoktu. Annesiyle konuşmasındaki gibi değildi. Sade, kuru ve hissizdi. “tamam” dedi Cevdet. “kadıköy meydandayım, bizim dayının ocakbaşı’nda. tek başıma içiyodum, iyi oldu aradığın sen de gel, konuşuruz hem biraz.” Kapattı telefonu. Kartı çıkarıp cebine koydu. Eliyle montunun cebini sıktı. Bıçağın orada olduğundan emin olmak istiyordu. Yürürken aklına takıldı. Cevdet’i içerken hiç görmemişti. Beraber dayı’nın yerinde kebap yer sonra sahilde çay eşliğinde sigara tüttürürlerdi. Bu içme işi de nerden çıkmıştı. Dayı’nın yerine geldiğinde Cevdet kapıdaydı. Hesabı ödemiş çıkıyordu. Yalpalaya yalpalaya rıhtımın ara sokaklarından birine girdi. Onun çıktığını görünce kan beynine sıçradı. Dişlerini sıkarak “niye gidiyon lan gene, nereye gidiyon..” dedi sessizce. Peşine takıldı. Zaten çok yavaş yürüyordu Cevdet, kafası hoştu. “cevdet” diye bağırdı arkasından. Cevdet oralı bile olmadı. Cevdet’in arkasından yürümeyi bırakıp diğer sokağa saptı hırsla. Niyeti önüne çıkmaktı. İki kere sol yaptıktan sonra Cevdet’in ona doğru geldiği sokağın başındaydı. Cevdet onun farkında değildi. Kafası yerde yavaş yavaş yaklaşıyordu ona. Yanına gelince Cevdet’in tam karşısına geçti. “cevdet” diye bağırdı gene. Cevdet kafasını kaldırdı. “vayyy sen nerelerdesin ya.” dedi. Sonra vurdu geçti Cevdet, hiçbir şey demeden. Boynuna sarılmadan, öyle bir taşın üstüne basıp geçer gibi geçti, gitmeye başladı. Cevdet’in arkasından yarım dakka kadar bakakaldı. Gözü seğiriyordu. Cebinden gazete kağıdına sarılı emaneti çıkardı. Gazetelerini söküp atmadan koşar adımlarla Cevdet’in yanına geldi. İki eliyle tuttuğu bıçağı başının üzerine kadar kaldırıp “alll” diye bağırarak Cevdet’in sırtına sapladı. Ve öylece kalakaldı. Elinde sıkıca tuttuğu bıçağı bırakamadan Cevdet öylece yüz üstü kaldırıma serildi. Kafasını bile çeviremedi. Cevdet’in öylece yere kapaklandığını görünce paniğe kapıldı. Koşarak ara sokaklardan birine girdi. Öyle koşuyordu ki sanki ram ensesinde onu kovalayan biri varmış gibi. Halbuki sokaklar hiç alışılmadık şekilde bomboştu. Nefesi kesilene kadar koştu. Koşarken küfürler savuruyordu etrafa. Kendine lanet okuyordu. Bi köşe başında durup dinlendikten sonra yavaş yavaş yürümeye başladı. Cinayet işlemişti. Cebindeki parayı saydı. 86 lirası kalmıştı. Az ilerideki pansiyondan içeri dalıp bir oda istedi. Merdivenlerden yukarı çıkarken elinde sıkıca tuttuğu anahtarı kafasına vuruyordu. “neden” diye bağırdı ama kendisi bile duymadı sesini.