Sanalın Gerçekliği – Slavoj Zizek

Slavoj  Zizek, filosof. En dag v¬gner Luke Skywalker op og finder ud af, at det er ham, der er skurken. Det samme vil ske for pr sident Bush. Det mener den slovenske filosof Slavoj Zizek, som er inspireret af 'Star Wars' og James Bond i sine provokerende analyser af samfundsudviklingen.

Slavoj Zizek

Bugünlerde herkes sanal gerçeklik hakkında konuşuyor ama açık konuşmak gerekirse bence sanal gerçeklik oldukça acınası bir fikir. Bu yalnızca suni dijital bir ortamda, gerçeklik deneyimimizin yeniden üretilmesine imkan tanınması demek oluyor. Bence bugün olup biteni anlamak için can alıcı şey, çok daha ilginç olan aksi bir düşüncedir: Sanal gerçeklik değil, sanalın gerçekliği. Yani gerçeklik; bununla etkililiği, etkinliği, gerçek etkileri kastediyorum, henüz tam anlamıyla varolmayan, fiili olmayan bir şey tarafından üretilmiş, meydana getirilmiştir.

Hangi anlamda bunun üzerine konuşabiliriz?

Birkaç hatta belki birçok anlamda. En azından üç anlamda. Eğer başlangıç noktası olarak Lacan’ın imgesel, simgesel ve gerçek üçlemesini alırsak basitçe söylemek gerekirse, elimizde imgesel sanal, simgesel sanal, gerçek sanal vardır. Evvela bir parça, daha az önemli olan ilk ikisi üzerine ama sonrasında elbette mühim mevzu, gerçek üzerine konuşalım. İmgesel sanal da nedir?

Kendimizin ve başkalarının sıradan gündelik deneyimlerini göz önünde bulundurduğumuzda, bir başkası ile fenomenolojik olarak yani onları şipşak deneyimlediğimiz şekilde muhattap olurken, sürekli akılda tutmanın fazlasıyla utanç verici olduğu belirli özellikleri ötekinin, partnerimizin imgesinden nasıl soyutladığımız, sildiğimiz açık değil midir?

Şunun gibi; ben sizinle konuşuyorum ve dışkıladığınızı terlediğinizi rasyonel olarak elbette biliyorum. Diğer şeylerden hiç bahsetmeyeyim. Ama bu sizinle etkileşime girdiğimde, sahip olduğum imgenizin bir parçası değil. Yani sizinle muhatap olduğumda aslında gerçek siz ile muhatap olmuyorum. Sizin sanal imgenizle muhatap oluyorum. Ve bu imge sizinle muhatap olma şeklimi biçimlendirmesi anlamında yine de gerçekliğe sahiptir. Öyleyse bu idealleştirme çok önemlidir. Buna olumsuz bir kanıt hem de harika bir tanesi, James Joyce ve karısı Nora’nın mektuplaşmaları olabilir. Bildiğim kadarıyla, bu mektuplaşmalarda bedenlerinin bayağı gerçekliğinde birbirlerini kabullenme hususunda bir hayli ileri gitmişlerdir. Neredeyse sonuna kadar. Bütün sesler, kötü kokular vesaire gibi. Hatta bu onların cinsel ilişkilerinin bir parçasıydı. İnanılmaz. Joyce’a bu konuda hayranım. Öyleyse Pekala. İlk başlangıç düzeyi bu olacak: Öteki insanlarla etkileşime nasıl gireceğimizi belirleyen sanal imge anlamında imgesel sanal. Gerçek insanlarla etkileşime girmemize rağmen bir başka insanın tüm katmanları sanki orada değilmiş gibi davranmamız, bu katmanları silmemiz anlamında sanal imge.

Daha karmaşık olan ikinci düzey: Simgesel sanal. Başlangıçta hepimizin iyi bildiği bir deneyim üzerine düşünelim. Otoriteyi deneyimleme. Pederane bir otorite diyelim. Bu otoritenin geçerli olması, deneyimlenmesi, gerçek, etkili bir otorite olarak deneyimlenmesi için, tam da burada hoş bir paradoks var, sanal kalması gerektiği açık değil mi?

Bir tehdit anlamında sanal. Eğer otorite çok doğrudan sahnelenirse paradoksal olarak bir güçsüzlük işareti olarak deneyimlenir. Gerçek anlamda otorite olan bir babanın sizi dövmesine, size bağırmasına vesaire gerek olmadığı açıktır. Sadece şu bakıştır. Tehdit eden bir bakış. Ve itaat edersiniz. Babanızın sinirleri bozulduğunda ve sizi tokatladığında, size bağırmaya başladığında vesaire, bu fiziksel olarak acı verici olabilir. Ama kabul edelim ki, her zaman gülünç bir şekilde güçsüz olan bir şeylerin görünüşü vardır bunda. Bir kuklanın, bir palyaço imgesinin öfke patlamasından bir şeyler vardır. Bu yine simgesel otoritenin etkin olması için ki vurgulamak istediğim paradoks da bu, nasıl sanal olarak kalması gerektiğinin açık bir örneğidir. Yani bu sadece “sanal olarak zaten gerçektir. ” demek değildir. Hayır. Sadece sanal olarak gerçektir. Eğer tümüyle gerçekleştirilmiş bir tehdit ise, baba sizi dövüyor, size bağırıyorsa kendi kendine zarar verir. Otorite olarak kendi kuyusunu kazar. Sanal boyutun, simgesel düzeyde nasıl etkin olduğunun bir diğer örneği, inançlar olabilir. Bugün inançlarımızın ne ölçüde sanal olduğunun farkında mıyız?

Burada sanal ile, ötekilere atfedileni, önceden varsayılanı kastediyorum. Bunlar gerçekten mevcut değildirler, sanaldırlar. Çünkü kimsenin inanması gerekli olmadığından, yalnızca bir başkasının inandığını varsaymamız gerekir. Bahsetmekten neredeyse utanç duyduğum basit bir örnek: Noel. Eğer küçük bir çocuğun annesi ya da babasıysanız. Elbette biri size “Noel Baba’ya gerçekten inanıyor musun?” diye sorduğunda “Hayır, çocuklar yüzünden. Onları hayal kırıklığına uğratmamak için -mış gibi yapıyorum sadece” diyebilirsiniz. Ama sonrasında oyunun nasıl sürüp gittiğini biliriz. Eğer çocuklara soracak olursanız, “Hayır, biz ebeveynlerimizi hayal kırıklığına uğratmamak ve hediyeleri garantilemek için saf ayağına yatıyoruz sadece.” vesaire vesaire derler. Ama yalnızca çocuklar da değil. Bunun siyasi hayatımızda da bizimle olduğunu iddia etmeden yapamıyorum. Şimdi bizim sözümona kinik çağımızda, sözümona diyorum çünkü aslında hiç olmadığı kadar inanıyoruz, kimsenin demokrasiye inandığını düşünmüyorum mesela. Ama yine de görünüşleri sürdürmek istiyoruz. Hayal kırıklığına uğratmak istemediğimiz, masum, cahil kalması gerektiğinden, onlara karşı mış gibi yapmaya mecbur olduğumuz, tamamen sanal birtakım mevcudiyet vardır. Yani paradoks, kimse etkin bir şekilde inanmasa da herkesin birilerinin inandığını varsaymasının yeterli oluşudur. Ve bu inanç gerçektir. Gerçekliği biçimlendirir. İş görür. Buradaki paradoks da otoritedeki ile benzerdir. Bu yalnızca sanal bir inanç olan inanç değildir, gerçek bir kişinin inancı değildir. Daima Lacan’dan hareketle, “inandığı varsayılan özne” denilebilecek ötekine atfedilen inançtır. Bu yalnızca halihazırda sanal olan, aşağı yukarı varsayılan, gerçek gibi bir inanç değildir. Zaten gerçektir. Günümüz inançlarının birçoğunun, birer inanç olarak, toplumsal bir şekilde iş görebilmeleri için, bu anlamda sanal olarak kalmaları gerektiğini iddia etmeden yapamıyorum. Çünkü hemen inanırsak bu ideoloji için yine bir özyıkım olacaktır. Bu noktadan sonra normal özneler gibi görünmeyiz, geri zekalı görünürüz. Kendi dini ya da politik inançlarını fazla doğrudan sahiplenen birileriyle karşılaşmak nasıldır hepimiz biliriz. Doğrudan özdeşlik kuran kişide canavarca bir şeyler vardır. Sanki artık o kişi gerçek bir insan değildir. Sanki bir tür kuklaya dönmüştür. Öyleyse bu iki düzeyin görece anlaşılır olduğunu umuyorum.

Sanallığın ilk iki düzeyi; imgesel sanallık, simgesel sanallık.

Şimdi, elbette bizi gerçek hazine bekliyor. Gerçek sanallık. Yani gerçek sanal. Buradaki sorun, bityeniği, elbette gerçek kavramı. Yani bu sıkıcı görünebilir ama yine “imgesel-simgesel-gerçek” üçlemesinden gitmeliyiz. Çünkü Lacan bu üçlemeyi düğüm üçlüsü olarak tarif etmiştir. Yani bu üçlü, kelimenin tam manasıyla içiçe geçmiştir. Doğrudan söylemek gerekirse tüm üçlemenin her üç terime yansıtılmış olması anlamında, yine elimizde olan, imgesel gerçek, simgesel gerçek ve gerçek gerçektir. İmgesel gerçek ne olabilir?

İmgeler ama çok güçlü, çok travmatik imgeler gerçektir. Algılanmak için çok güçlüdürler ama hala imgedirler. Basitçe inanılır gibi olmayan, nefes kesici felaketleri düşünün. Canavarları düşünün. Tam da “The Thing” adlı bilimkurgu ya da korku türündeki şeyi düşünün. “Alien” gibi filmleri düşünün. Bu korkunç yaratıklar dolaysızca karşı karşıya gelmek için fazla güçlüdürler. Ama yine de imgeseldirler. Çünkü karşı karşıya gelmenin çok güç olduğu birer imgedirler. Karşı karşıya gelemeseniz bile hala imgesel düzeyde hareket ediyoruzdur. İmgesel gerçek bu olabilir. Sonrasında, simgesel gerçek. Basitçe. Mesela bilimsel söylemler, kuantum fiziği gibi bilimsel formüller. Bunlar neden gerçektir?

Basit bir sebepten. Lacan için gerçeğin tanımı, gerçeğin anlam dünyamızın içine dâhil olmaya, simgeleştirmeye direnmesidir. Kuantum fiziği örneğinde olan tam da bu değil mi?

Kuantum fiziği nedir?

Deneysel olarak teyit edilmiş, işleyen formüller vesaire vesaire. Ama bunu gündelik deneyimimizin sıradan gerçekliğine tercüme edemeyiz. Hepimizin bildiği gibi, kuantum fiziğine dair böylesi travmatik olan şey, onu tam olarak anlayamamamızdır. Biz, sıradan insanlar, geri zekalılar anlayamayız sadece bir çift bilim insanı anlayabilir anlamında değil, onlar bile anlayamaz. Ne anlamda?

İş görüyor olması ama ondan tutarlı bir ontoloji inşa etmeye kalktığınızda, yine anlamsız sonuçlar elde etmeniz anlamında. Elinizdeki geriye doğru akan zaman, paralel evrenler vesairedir. Başka bir deyişle elinizdekiler, sıradan gerçeklik mefhumu açısından basitçe anlamsızdırlar. Öyleyse simgesel gerçek bu olacaktır. Simgesel – açıkça simgesel; formüller, birkaç gösteren – işlev görür, işler bir makinedir ama manası yoktur. Ondan bir anlam çıkaramayız. Kendi deneyimimizle ilişkilendiremeyiz. Bu yüzden bu kadar umutsuzca ilişkilendirmeye çalışırız. Bu yüzden kuantum evreni hayal etmek için metaforlar icat etmeye çalışırız. Ama beceremeyiz. Sonrasında kesinlikle sıklıkla gerçek olarak tanımlanmayan şeye, gerçek gerçeğe geliyoruz nihayet. Bu ilk gerçek, imgesel gerçek, fazla travmatik imge olacak. Öyleyse gerçeğin tam da merkezinde olan bu meşhur gerçek gerçek nedir?

Bunu iki düzeyde ele almama izin verin. Birinci düzey simgesel düzene hala görece yakındır. Bu, simgesel düzeye kendi müstehcen gölgesinde eşlik eden her şey olabilir. Ordu birliklerini düşünün. Nasıl işlev görürler?

cc-1-sur-1

Disiplin, simgesel makine, simgesel düzen, talim vesaire vardır. Ama hepimizin bildiği gibi bunlar, öteki şeylerin yanısıra asker marşının bir nevi müstehcen, müphem gerçekliği tarafından sürdürülür. Denizciler hakkındaki her filmde bir hayli ilginç şarkılar duyarsınız. Talimleri, yürüyüşleri sırasında askerlerce söylenen şarkılar. Bunlar anlamsız kafiyelere eşlik eden sadistçe ya da cinsel olarak sapkın, müstehcenlikle karakterizedirler. Sanırım “An Officer and A Gentlemen” filminden hatırladığım bir örnekte, denizciler şöyle bir şarkı söylerler: “Bilmezdim ama söylenen o ki, Eskimo amları buz gibi. ” İşin gizemi yine, askeri söylemin buna neden ihtiyaç duyduğundadır. Öyleyse bu ilk düzey, resmi söyleme eşlik etmesi gereken bir duygulanımın müphem sanal gerçekliği olabilir. Ama hadi biraz daha derine inelim. Batı medeniyetinin en büyük kazanımlarından biri olan “The Sound of Music” gibi bir film üzerine düşünelim. Hepimizin bildiği gibi bu resmen, küçük, anti-faşist, demokratik Avusturyalılar hakkında bir hikayedir. Yani siyasi düzeyde, şarkılı kısmı bir tarafa bırakıyorum. Küçük, dürüst, demokratik Avusturyalılar Avusturya’daki 1938 Nazi işgaline karşı savaşırlar, direnirler. Ama!

Filme oldukça yakından bakın. Filmin dokusuna bakın. Oldukça farklı bir gerçeklik keşfedeceksiniz. Resmi olarak tasvir edilen anlatısal gerçekliğin bir tür sanal gerçekliğini. Avusturyalıların filmde nasıl tasvir edildiğine baktığınızda, kısa keseyim; onların tam olarak, küçük olan iyidir türünden birer taşralı faşist olarak betimlendiklerini farkedeceksiniz. Ahmaklıklarının altı çizilir, yerel folklorik kostümler vesaire. Doğrudan entelektüel karşıtı, dar dünyalara kök salmış kimseler olarak vesaire temsil edilirler. Şimdi de istilacı, işgalci Nazilerin nasıl sunulduğuna bir bakın. Çoğunlukla yalnızca asker değil aynı zamanda yönetici, bürokrattırlar. Kısa bıyıklı, zarif kostümlü, pahalı sigaralar içen vesaire. Başka bir deyişle neredeyse kozmopolitan, dekadan, yozlaşmış Yahudi’nin bir karikatürü. Bu yüzden benim iddiam şu: Basit anlatısal gerçeklik düzeyinde, Nazizme karşı demokratik direniş mesajını alırız. Ama sanal doku diyebileceğim düzeyde, tüm bu mikro işaretlerden, hatta belki bunlara yazım da diyebiliriz, pratikte, tam aksi bir mesajı alırız. “Dürüst faşistler, dekadan, kozmopolitan Yahudilerin kontrolü ele geçirmelerine direniyor.” Bu arada filmin böyle aşırı popüler olmasınının sebeplerinden biri de belki budur. Resmi olarak bizim demokratik ideolojimizle aynı görüşü paylaşırken, aynı zamanda gizli faşist rüyalarımıza da seslenir. Ama daha ciddi bir örneği ele alalım. Robert Altman’ın başyapıtı, “Shortcuts”. Anlatı düzeyinde elimizde yine basit bir hikaye vardır. Daha doğrusu 9-10 hikaye; LA orta sınıfının umutsuz gündelik hayatını anlatan paralel hikayeler.

Günümüzdeki yabancılaşmanın, yalnızlığın vesaire bir portresi. Ama yine filmin dokusunun ta kendisinin çok daha iyimser olduğunu iddia edeceğim. Film tesadüfi karşılaşmaların büyüsünün, yarattıkları beklenmedik anlam efektinin bir tür kutlamasıdır. Bu yüzden “Shortcuts”, “The Sound of Music”in okunması gerektiği gibi okunduğunda filmi, basitçe toplumsal eleştirel türden bir eser olarak yorumlamak hatalı olur diye düşünüyorum. Çok daha iyimserdir, hatta hayatı olumlar. Öyleyse bu gerçek sanal formülünün temini için, bizzat Donald Rumsfeld’in paradoksal ifadesine atıfta bulunmama müsaade edin. Bence bu ifade Amerika’nın çağdaş felsefi tartışmasına önemli bir katkıydı.

2003’ün Mart’ında, Irak savaşından önce, Rumsfeld’in “bilinen” ve “bilinmeyen” arasındaki ilişkiyi ortaya koymasıyla vücut buldu. Evvela “bilinen bilinen”lerin olduğunu söyledi. Bildiğimizi bildiğimiz şeyler vardır. Mesela o zamanlar Saddam’ın Irak’ın devlet başkanı olduğunu biliyorduk. Pekala, her şey açık. Sonrasında “bilinen bilinmeyen”lerle devam etti. Bilmediğimizi bildiğimiz şeyler vardır. Söylemeye çalıştığı örneğin Saddam’ın kaç tane kitle imha silahına sahip olduğunu bilmediğimizi bildiğimizdi. Peki. Artık birine bile sahip olmadığını biliyoruz. Önemi yok. O noktada bunun gibi görünüyordu. Sonrasında “bilinmeyen bilinmeyen” vardır. Bilmediğimizi bilmediğimiz şeyler. Çok yabancı, çok akıl almaz şeyler öyle ki bilmediğimizi bile bilmiyoruz. Mesela belki Saddam bazı akla hayale sığmayan, hiç beklenmedik silahlara sahipti. Ve Rumsfeld ne yazık ki burada duruyor. Bana kalırsa devam etmeliydi. Dördüncü kategoriye, eksik olan dördüncü varyasyona bir adım atmalıydı. Bu da “bilinen bilinmeyenler” değil, “bilinmeyen bilinenler”dir. Bildiğimizi bilmediğimiz şeyler. Onları biliriz, kimliğimizin parçasıdırlar faaliyetimizi belirlerler ama onları bildiğimizi bilmeyiz. Bu elbette psikanalizde bilinçdışı adı verilen şeydir. Bilinçdışı fantaziler, bilinçdışı önyargılar vesaire vesaire. Bence bu hayati bir düzey.

Filmlerden önceki şu iki örneğe atıfta bulunursak: “The Sound of Music”te dolaysızca bildiğimiz şey, filmin mütevazı ve dürüst Avusturyalıların antifaşist direnişi hakkında olduğudur. Bildiğimizi bilmediğimiz şey ise aynı zamanda bunun zıttı olduğudur. Film Yahudilerin kontrolü ele almalarına direnen faşistler hakkındadır. Bana kalırsa bugün Amerikan siyasetinin trajedisi, tam olarak bu “bilinmeyen bilinenler”in farkında olmamalarıdır. Talihsiz Irak haber alma bakanının açıklamalarından birindeki derin hakikat bu sebeple oradadır. Hepimiz son Irak Savaşı sırasında ona, saçma açıklamaları, aşikar olanı inkar etmesi sebebi ile güldük. Ama bir noktada söylediklerinin tamamen doğru olduğunu iddia edeceğim. Savaşın sonuna doğru kendisine: “Amerikalıların, Amerikan kuvvetlerinin Bağdat havaalanının bir bölümünü halihazırda kontrol ettikleri doğru mu?” diye sorduklarında, “Bu doğru değil” dedi. “Amerikalılar kendilerini dahi kontrol edemezler. “ Mükemmel hakikat. Neden?

Çünkü neyi bildiklerini bilmiyorlar. Ve bu bildiğinizi bilmediğiniz şey sizi kontrol eder ama siz onu kontrol edemezsiniz. Pekala. Öyleyse artık gerçekten gerçeğe gelelim. Gerçeğin gerçek çekirdeğine. Simgesel gerçekten çok daha asli olan ama aynı zamanda paradoksal olarak en sanal gerçek olana. Nedir bu?

Matematik ya da fizikteki çekicileri düşünelim. Mesela küçük demir parçalarınız vardır ve bunu manyetik bir alanın etrafına atarsınız. Dağılırlar. Belirli bir şekli takip ederler ama bu şeklin kendisi elbette mevcut değildir. Yalnızca küçük demir parçalarının, dağılımından yalıtarak soyutlayabilirsiniz. Sanal gerçek fikri budur. Bir şekildir, bu alanın gerçeği. Ama kendinde var değildir. Yalnızca soyut bir biçimdir. Kendi etrafında gerçekten varolan öğelerin düzenlemesini yapılandırır. Bunun psikanalitik sorunsal ile hatta dahası siyasi sorunsal ile ne alakası var?

05 Dec 2009, Istanbul, Turkey --- Istanbul, Turkey. 5th December 2009 -- Slavoj Zizek is a Slovene philosopher and cultural critic. He is a senior researcher at the Institute for Sociology and Philosophy, University of Ljubljana, Slovenia, international director of the Birkbeck Institute for the Humanities. --- Image by © Sahan Nuhoglu/Demotix/Corbis

05 Dec 2009, Istanbul, Turkey — Istanbul, Turkey. 5th December 2009 — Slavoj Zizek is a Slovene philosopher and cultural critic. He is a senior researcher at the Institute for Sociology and Philosophy, University of Ljubljana, Slovenia, international director of the Birkbeck Institute for the Humanities. — Image by © Sahan Nuhoglu/Demotix/Corbis

Bence çok alakası var. Travmanın psikanalizdeki hassas statüsünü düşünelim. Bu varolmayan çekiciye benzerdir. Yani, daha yakından bakacak olursak: Garip ama hepimizin bildiği gibi Freud travmaya dair konumlanışını, Einstein’in görelilik kuramına, özelden genele giden görelilik kuramına paralel bir şekilde değiştirmiştir. Görelilik kuramındaki bu dönüş, bükülmüş uzay, uzayın bükülmesine atıf ile ilişkilidir. Birçoğumuzun -öyle umuyorum- bildiği gibi, Einstein için ilk yaklaşımda uzayı büken, cismin, maddenin özkütlesinin varolmasıydı. Uzay ilk başta boş bir mekan, soyut biçimde simetrik, bükülmemiş olarak alımlanıyordu. Sonrasında ise maddenin varlığı uzayı büküyordu. Ama ikinci adımda Einstein şahane bir tersine çevirme gerçekleştirdi. Koşulları tersine çevirdi. Uzayı büken cismin, maddenin varlığı değildir. Aksine başlangıçtan beri uzay bükülüdür. Cisim olarak algıladığımız ise, uzayın saf biçimsel bükülülüğünün bir nevi şeyleştirilmiş, fetişleştirilmiş yanlış anlaşılmasıdır. Psikanalitik travma mefhumunda da durumun aynı olduğunu iddia ediyorum. İlk yaklaşımında Freud travmayı bir tür yoğun, ham varlık olarak tahayyül etmiştir. İnsafsızca simgesel uzamıma zorla giren ve onu büken birtakım gerçeğin mevcudiyeti olarak. Hiç abartmıyorum. Haydi son derece dengeli bir simgesel uzama sahip olduğumu düşünelim. Sonrasında başıma travmatik bir şey gelsin. Tecavüze uğradım, korkunç bir olaya tanıklık ettim, işkenceye uğradım, her neyse. Bu olayın travmatik etkisinden ötürü, simgesel uzamım bükülür. Artık bazı şeyler simgeleştirilemez. Bu simgelerin işlevlerinin, başka simgelerce devralınmaları gerekir. Bir tür dengesizlik vardır. Simgesel uzamımda bir boşluk vardır. İlk yaklaşım bu olabilir. Ama sonrasında Freud garip bazı şeyler farketti. Nedir bu şeyler?

Kendisinin en bilinen Kurtadam analizini hatırlayalım. Elbette buradaki travmatik sahne, küçük çocuğun, Kurtadamın ebeveynlerinin seks edimine şahit olmasıdır. Ama buna çok daha titiz bir şekilde bakalım. Orada etkin bir şekilde olan nedir?

Bunun basitçe bir travma oluşu değildir. Küçük, bir buçuk yaşında bir çocuk olarak Kurtadam, bu sahnede travmatik herhangi bir şey görmez. Sadece algılar ve depolar. 3-4 yıl sonra Kurtadam kendi teorilerini, cinselliğe dair çocuksu teorilerini geliştirmeye başladığında ve cinselliğe bir açıklama getiremediğinde çünkü bir başka deyişle cinsel teorilerinin simgesel uzamı bükülüdür, travmatik sahne ancak bu noktada yeniden canlanır. Yani bence, açıkça Einstein’e paralel bir şekilde, burada olanın, tam aksi bir şekilde gerçekleştiğini görebiliyoruz. Başlangıçta olan gerçeğin, travmatik bir gerçeğin vahşice içeri girmesi değildir. Başlangıçta olan durum, ayrıca başlangıçta olan gerçek, saf biçimsel bir dengesizliktir. Simgesel uzamım bükülüdür. Antagonizma, dengesizlik vesaire ile yarılmıştır. Ve bunun açıklamasını yapabilmek için birtakım gerçeğe atıfta bulunmanız gerekir. Bu elbette gerçektir. Travmatik tezahür anlamında gerçek. Burada bir tuzak var. Bir kapan. Öyleyse travma olarak bu sanal gerçek mefhumu, sanal olarak travma nedir?

Bu mefhum siyaset için ne anlama gelir?

Bize hizmet edebilir mi?

Biz siyasi, ideolojik fenomeni analiz etmek istiyoruz. Tabii ki. Antisemitizmin nasıl iş gördüğünü bir hatırlayalım. Faşist versiyonunda antisemitizm, daha doğrusu Yahudi figürü, Yahudi komplo tam da toplumsal dengeyi bozan, vahşice, zorla dahil olan dışsal bir travmadır. Bir bakıma toplumsal mekanın bükülmesi. Toplumun ahenkli, dengeli olması umulur, sonra Yahudiler burunlarını sokarlar. Toplumu tahrif ederler. Güya doğal düzendir bu. Ama elbette hiç değilse burada Marksist olmalı ve şeyleri tersine çevirmeliyiz. Düzensizlik, antagonizma, çözülme, sınıf mücadelesi Yahudiler yüzünden yoktur. Sınıf mücadelesi ya da daha genel olarak toplumsal antagonizma başta gelir. Yani toplumsal mekanın kendisi zaten bükülüdür, dengesizdir. Ve düşsel olarak, imgesel bir biçimde buna bir açıklama getirebilmek için Yahudi figürünü yaratırız. Yani bunun sebebini Yahudi figürüne yansıtırız. Günümüzün ekonomik kümelenişinin, en temel düzeyinde bile böyledir. Bence bu sanal olarak gerçek mefhumu, politik doğrucu, postkolonyal yazarların giderek daha popüler ettiği bir kategoriyi, sözümona alternatif modernite denen mefhumu eleştirel bir biçimde reddedebilmemize yardımcı olur. Basitçe anlatmak gerekirse ana fikir şudur. Elbette modernite mefhumunda dengesizlikler, antagonizmalar, baskıcı potansiyeller bulunur. En nihayetinde elbette modernitenin gücü kapitalizmdir demektir bu. Ama hikâye burada bitmez. Bu antagonist, baskıcı unsurlar bizzat modernite kavramının parçası değildirler. Bunlar yalnızca Anglosakson, Batı Avrupa modeli modernleşmeye özgüdür. Öyleyse neden başka alternatif moderniteler olmasındır ki?

Batı Avrupalı modernizasyon süreci ile karakterize yabancılaştırıcı etkiler olmadan da modernleşebilirsiniz. Toplumsal olarak yıkıcı süreçler, yabancılaşma, sömürü, ekolojik facialar vesaire olmadan. Elbette herkese açıktır bu. Herkes kendi modernliğine sahip olabilir. Alternatif modernite olarak Latin Amerikan modernizmine sahibiz diyebilirsiniz. Afrikaya özgü bir modernliğimiz olabilir, Asya’ya özgü bir modernliğimiz her neyse. Temelde tarihselci nominalist olan bu yaklaşımdaki sıkıntı nedir?

Çünkü bunun altında yatan mantık, şu meşhur sözde yorumlayıcı mantıktır: “Kendinde bir modernite yoktur. ” “Yalnızca belirli moderniteler vardır. ” “Batı Avrupa’ya, Latin Amerika’ya, Afrika’ya özgü vesaire gibi. “ Elbette bu doğrudur. Sıkıntı başka yerde. Sıkıntı bu nominalist indirgeme aracılığıyla etkin bir şekilde varolanın yalnızca belirli moderniteler olduğunu iddia ederek, yine antagonizma görünüşünü, yalnızca tek, belli bir moderniteye indirgemektir. Artık moderniteye içkin antagonizma ve dengesizlik bulunmaz. Dengesizlik yalnızca belirli modernite türleriyle ilişkililendirilerek dışarıda bırakılır. Buradaki sorunsal nedir?

Pekala Oldukça basit bir şekilde ortaya koyayım. Zaten 20.yy’ın başlangıcında, 20.yy’ın ilk kısmında büyük, pek meşhur bir alternatif modernite projemiz yok muydu?

Adına faşizm deniyordu. Faşizm kesinlikle alternatif bir modernite inşa etme yönündeki ilk büyük çabaydı. Başka bir ifadeyle yabancılaşmanın, toplumsal çözülmenin vesaire bedelini ödemeden endüstriyel gelişme vesaire gibi modernizasyon süreçlerini geçirmek. Bu modele neden karşı çıkmalıyız?

Buna şundan dolayı karşı çıkmalıyız; Ana fikir kimi antagonizmanın, – buna farklı isimler de verebiliriz, geleneksel Marksistler “sınıf mücadelesi”, Frankfurt Okulu “aydınlanmanın diyalektiği” olarak adlandırır – kapitalist modernite projesine içkin kimi antagonistik potansiyelin varolduğudur. Yani konuşlandırdığımız savaş, şiddet, toplama kampları, yeni köktencilik, adını siz koyun, tüm bu fenomenler basitçe bir gerileme değildirler. Ya da Habermas’ın söyleyebileceği gibi modernitenin tamamlanmamış bir proje olmasının bir işareti değildirler. Aksine bizzat modernite projesinin bir parçasıdırlar. Kayıp halka budur. Bunun tarihselci, eleştirel olmak istese de modernitenin antagonistik yönlerini belirli bir moderniteye indirgeme fikri yüzünden son derece ideolojik olduğunu düşünüyorum. Çünkü genel modernleşme mefhumunu kusursuz kılıyor. Söylediğim gibi antagonizmanin tam aksine, bizzat evrensel modernite mefhumuna içkin olduğunda ısrarcı olmalıyız. Şimdi esas noktaya geliyorum. Belirli modernite türleri yalnızca kendi evrensel türünün, evrensel mefhumun örnekleri ya da timsalleri değildir. Aynı zamanda bir şekilde onlara dönük bir reaksiyondurlar. Onlarla kavga ederler. Evrensel bir mefhum olarak modernlik, belirli bir açmazı, bir antagonizmayı isimlendirir ve gerçekten varolan belirli modernite biçimleri, bu açmazı, sorunu çözme çabalarıdır. Bir modernlik biçimi olarak liberal kapitalizm, modernliğin açmazını belirli bir şekilde çözmek ister. Serbest piyasa vesaire aracılığıyla. Faşist modernlik başka bir şekilde. Latin Amerika modernleşmesi farklı bir şekilde. Peki burada bir güzel diyalektik olan nedir?

Yine olağan kümelenişin tersine çevrilmesidir. Mücadele, evrensel olarak bir bakıma nötr, boş bir konteynır iken, belirli bir içerik düzeyinde var olan şey değildir. Bu yüzden evrensel, kapsayıcı birtakım küresel mefhum anlamına geliyor ve sonrasında bu mefhum dahilinde liberal modernleşmeye karşı faşist modernleşme vesaire gibi belirli mücadele biçimleri var oluyor değildir. Hayır!

Mücadele görüşünün kendisi evrensel antagonizmadır ve mevcut olan tüm tikel modernizmler sorunu çözmek için bunun üzerini örtme girişimleridir. Yani yine hatırlamamız gereken, antagonizma görüşünün evrensellik olduğudur. Bunun sanal olarak gerçek ile ne ilgisi var?

Bu antagonizma görüşü olarak evrensellik görüşü tam olarak sanaldır. Ne anlamda?

Şu anlamda: Evrensel modernizasyon yoktur. Yalnızca belirli bir antagonizmanın sanal bir kümelenişidir. Varolan her şey Bu noktada nominalistler haklıdır. Etkin bir şekilde varolan her şey yalnızca belirli modernleşme biçimleridir. Kendi başına bir modernite yoktur. Yalnızca Anglosakson, Latin Amerikan, Afrikalı vesaire, faşist modernite vardır. Ama belirli biçimlerin mutlak dinamiklerini kavramak için, onların olmayan nedenlerine, büyük antagonizmaya, tepki verdikleri şeye atıfta bulunmak gerekir. Yani bu yine sanal olarak gerçek mefhumun nasıl etkili, özellikle günümüzün küresel kapitalizmini, somut toplumsal dinamikleri idrak etmemiz için nasıl gerekli olduğunun bir başka örneği olabilir. Yani tüm bunlardan çıkarılacak sonuç, gerçek kategorisinin eninde sonunda katıksız biçimsel bir kategori olduğudur. Düzeni rahatsız eden kimi biçimsiz içerik kategorisi değildir. Katıksız, yapısal bir boşluktur. Bu tam manasıyla elle tutulamayan bir kategoridir. Bu Eğer şu kavramlarla ifade edersek; bir farktır ama saf bir fark. Paradoksal olarak, aradaki farktan önceki bir fark olması anlamında saf bir fark. Yani elimizde basitçe iki kavram ve bu iki kavram arasındaki fark yoktur. Paradoksal olarak, olumlu iki kavram farkın gerilimini hasır altı etme, gerilime egemen olma çabası olarak sonradan görünür. Tekrardan, bu nasıl olabilir?

Bu mantığı örneklemek adına başka bir misal, siyasi ayrımdır. Sağ ve sol arasındaki ayrımın, bugün yarı yarıya unutulduğunu, kimsenin bunun hakkında bir şey duymak istemediğini biliyorum. Eğer ciddiyetle yaklaşırsak, bu ayrımda göze çarpan ilk şey, bunun yalnızca belirli bir toplumsal kod içerisindeki, belirli bir toplumdaki ayrım olmadığıdır. Eğer tüm siyasi güçleri hesaba katarsak, şöyle diyebiliriz: “Bunlar sağ kanat güçleri, bunlar sol kanat güçleri,” “Ve arada kalan tüm fenomenler, ortayolcular, merkez, merkez sol, merkez sağ artık ne isterseniz. ” Bu farklıdır. Sağ kanattan birine tüm toplumsal uzamın nasıl yapılandırıldığını sorduğunuzda, sol kanattan ya da ortayolcu birine sorduğunuzda alacağınız cevaptan tamamen farklı bir yanıt alırsınız. Basitleştirerek: sağ kanattan biri – en azından geleneksel muhafazakarlar – size toplumun organik, ahenkli bir birlik olduğunu söyleyecektir. Ve solcu radilkallerin harici mütecavizler olduğunu. Radikal muhafazakarlar için anafikir, bir antagonizmanın, bir dengesizliğin toplumsal mabedin tam kalbine kazınmış olmasıdır. Sol kanattan biri için mücadele merkezi olarak kabul edilir. Yani yine Sağ ve Sol arasındaki farkı tarif etmenin nötr bir yolu yoktur. Kendinde bir boşluktur. Yalnızca sağcı ya da solcu bakış açısından kendisine yaklaşabilirsiniz. Ve tesadüfen Lacan için cinsel fark da tam olarak aynı şekildedir. Cinsel farklılık genel anlamda insanlığın iki türü arasındaki bir fark değildir. Ama erkeğin perspektifinden cinsel farkın kendisi, feminen perspektiften farklı bir şekilde görünür. Yani yine fark paradoksal bir şekilde daha önce gelmektedir. Felsefi olarak mühimdir olan budur. Adına saf biçimcilik dediğimiz şey. Burada bir tür idealizm ile beraber üstesinden geldiğimiz şu siteme karşıdır: “Madde kendi olumlu, durağan mevcudiyetinde, başlangıçtan beri var değil midir?” Bence bu sitemi reddetmeli ve nasıl söyleyeyim, saf biçimsel materyalizm mefhumunda özellikle ısrarcı olmalıyız. Farkın materyalizmi olarak materyalizm. Materyalizmin minimum özelliği, saf bir farkın varlığıdır. Bir’in düzeninde bir antagonizma, bir çatlak vardır. Başlangıçta varolan unsur saftır, kendinde farktır. Bu noktada oldukça netim. Kendinde fark. Bu bir tür mitolojik zıt kutuplar, feminen-maskülen, aydınlık-karanlık, ying-yang vesaire değildir. Bence radikal materyalizm, nihai ontolojik olgu olarak bir tür ilksel çokluğu öne süren Gilles Deleuze’e karşı bile eleştirel olmalıdır. Benim savunduğum radikal görüşe göre, çokluk zaten Bir’in kendindeki bir tutarsızlık etkisidir, Bir’in kendi ile çakışmaması olgusudur. Ya da bir parça farklı bir şekilde ortaya koyalım. Feminen-maskülen, aydınlık-karanlık gibi birtakım ilksel kutuplaşma yoktur. Ve tüm bu New Age oyunları, kendi çağımızı nasıl kazanacağımıza dair agnostik oyunları oynayabiliriz. Bir kutbun üzerinde fazlasıyla duruyorsak, dengeyi yeniden tesis etmeliyizdir. Mesela çok mantıklı ve maskülenizdir. Öyleyse haydi feminenliğe, duygusal tarafa vurgu yapalım falan. Hayır, daha da radikal!

Sanki Lacan’ın ifade ettiği gibi, ikili gösterenler ilksel olarak bastırılmıştır. Bu da ikinci öğenin daima kayıp olduğu anlamına gelir. Ve karşı sürümün yokluğu – birine sahibizdir ama ona eşlik edecek olan öbürüne sahip değilizdir. – ile bu asli dengesizlik çokluğun üretimini harekete geçirir. Woody Allen’ın erken dönem filmlerinden birinden son derece basit bir örnek. “Love and War” gibi bir şeydi, bir tür Tolstoy parodisi. Filmin tüm konusu yine Tolstoy meselesine odaklanır. Yani elbette buradaki ilk muammamız Dostoyevski’nin nerede olduğudur. Öteki Tolstoy’un olağan tamamlayıcısı. Dostoyevski yoktur öyleyse filmde olan bir nevi bastırılmış olanın geri dönüşüdür. Kısa, harika bir sahnede, iki baş karakter birbiri ile konuşurken, Dostoyevski romanlarının tüm büyük başlıkları su yüzüne çıkar. Şunun gibi: “O Budala’ya ne oldu biliyor musun?” “Karamazov Kardeşler’in birinden mi bahsediyorsun?” “Evet. ” -“Suçunu işledi, cezasını aldı.” “Sonra Yeraltı’na indi.” “Bir Kumarbaz’a dönüştü.” vesaire vesaire. Bu ontolojik dersten çıkarılacak olan: Biri kendi ile çakışamaz. Saf farklılık. Çokluk ikincil bir etki olarak saf farklılık yüzünden infilak eder. Yani yine bu idealizm değil midir diyen siteme karşı bugün materyalist olanın daha ziyade idealizm olduğunu söyleyebilirim. Materyalizm ve idealizm arasındaki bugünkü karşıtlığın, günümüz idealizminin ya da daha ziyade ruhaniliğinin şu meşhur yoğunluğa, deneyimin, maddenin ya da yeryüzünün vesairenin ataletine sıkıca tutunması olduğunu iddia etmeden duramıyorum. Hiç şüphe yok ki en iyi, tartışmaya açık bir şekilde ruhani Rus yönetmen Tarkovski de pratik olarak maddenin ataletine, yoğunluğuna, çöküşüne kafayı takmıştı. Tarkovski filmlerinde kahramanlar yukarı bakarak dua etmezler. Bazı zamanlar kelimenin tam manasıyla başlarını çamura gömüp, yeryüzü ile yakın bir bağlantı kurarak dua ederler. Bu yüzden bence bugün yapılacak şey bu tür ruhani materyalizmin zıttıdır. Gerçek radikal materyalizmin saf biçimciliği. Sonuç olarak benim için kuantum fiziği bu yüzden son derece materyalist bir teoridir. Kuantum fiziğinde maddenin olumluluğuna ihtiyacınız yoktur. Her şeyi saf biçimsel dalgalanımlar vesaire ile yapmak mümkündür. Öyleyse yine evvela farkın geldiği bu merkezi kavrayışa dönelim. Fark. Farkı olduğu öğelerden önce gelen bir fark nasıl düşünülür?

Immanuel Kant erken dönemdeki yazılarında bu noktada hayati bir ayrım öne sürer. Bir hayli ilginç ama açık bir ayrım. Olumsuz yargı ve belirsiz yargı arasında bir ayrım. Yani Kant’ın ifade ettiği gibi, “İnsan değilsin” demek ile “İnsan dışısın. “ demek aynı şey değildir. Eğer insan olmadığınızı söylersem bu basitçe insanlığa dışsal olduğunuz, hayvan olduğunuz, yüce olduğunuz vesaire anlamına gelir. Dışarısıdır. Ama Kant’ın söylediği gibi eğer bir yüklemi basitçe olumsuzlamayıp, bir yüklem-olmayanı olumluyorsam; Yani yine basitçe insan olmadığınızı değil de insandışı olduğunuzu söylüyorsam, bu insanlık olmayan, bir insanlık fazlasıdır. Meseleyi anlaşılır kılacak başka bir örnek vereyim. Bu şey Stephen King’in korku romanlarında bulunuyor, şu iyi bilinen namevt kategorisi. Farkı hissedebiliyoruz. “Sen mevta değilsin” demek ile “Sen namevtsin” demek aynı şey değildir. Mevta olmadığınızı söylersem, bu yaşadığınız anlamına gelir. Daha fazlasına değil. Gizemli hiçbir şey yoktur. Ama her korku romanı okurunun bildiği gibi, namevt olduğunuzu söylediğimde, bu yaşayan bir ölü olduğunuz anlamına gelir. Tam da bir ölü olarak yaşıyorsunuzdur. Immanuel Kant’ın işaret ettiği, insan özgürlüğünün tam da böyle bir statüye sahip olduğuydu. Ne doğa – hayvanlar özgür değildir, içgüdülerinin esiridirler – ne de kültür – kültür zaten simgesel yasadır, simgesel düzenlemedir – olan bir şey. Ama Kant’ın, dolayısıyla Freud’un ve Lacan’ın vardığı sonuç, kültürel simgesel yasakların düzenlemeye, yönetmeye, egemen olmaya, evcilleştirmeye artık ne isterseniz, çalıştığının, doğrudan doğa, doğal içgüdüler değil, bu sıfır düzeyindeki insandışı fazlalık olduğudur. Lacan’ın kelime oyununu kullanacak olursak: insanlığın içli/dışlı çekirdeği. Tam da namevtteki insana dışsal olmayan canavarca bir fazlalık ya da vahşi, radikal bir özgürlük gibi bir insanlıkdışı boyut, insanlığın kendisine içkindir. Yani yine doğa ve kültür arasındaki farkın, kendi düzeyi olduğu paradoksu var elimizde. Ne doğadır, ne kültür, bir tür çılgın fazlalıktır. Öyleyse saf farkın siyaseti ne olabilir?

Evvela olumsuzlayarak: Ne olamaz?

Günümüzde gitgide siyasalın nihai ufku olarak ortaya çıkan “kimlik siyaseti” ya da daha ayrıntılı olarak, farklılıkları tanıma, farklılıkları hoş görme siyaseti kesinlikle olamaz. Bu çokkültürlü, hiç değilse hoşgörülü vesaire siyasette benim için sorunlu olan, yalnızca şu bayağı olgu değildir: İnkar etseler de, ekonomik mücadeleyi etkin bir şekilde ihmal ederler. Ki bu mücadele mantığının ta kendisidir. Çok kültürlü mücadelenin, ırkçılığa, cinsiyetçiliğe karşı mücadelenin mantığı yine farkları tanımanın mantığıdır.

Örneğin cinsiyetçiliğe karşı mücadelede radikal feministler için bile hedef, ne bileyim erkekleri öldürmek, yok etmek değildir elbette. İki cinsiyetin, tüm farklı cinsel konumların, cinsel kimliklerin kültürel kimlikler dahil, özgürce gelişmesine izin veren açık bir alan oluşturmaktır. Böylece kimse başkalarının pahasına düşüncelerini dile getiremeyecektir. Irkçılık karşıtı mücadelede nihai ufuk, yine uzamı farklılıklara açmaktır. Her etnik, dini, kültürel grup, yaşam tarzı özgürce konuşlanma, kendi potansiyelini, konumunu ifade etme hakkına sahip olmalıdır. Ama nihai etik ufuk olarak bu kavramsal alanın, ötekine açıklığın, hoşgörünün, farklılıklara imkan tanımanın alanının, bizim nihai ufkumuz olmaması gerektiğini, olamayacağını iddia ediyorum. Çünkü şu basitleştirilmiş örneği kullanarak hemen görebileceğiz. Sınıf mücadelesi. Tanrım, sınıf mücadelesinin nihai hedefi proletarya için burjuvaziye imkan vermek ve burjuvazinin özgürce kendi potansiyellerini harekete geçirmeleri için proletaryaya müsaade etmesi değildir. Antagonistik mücadeledir. Hedef çokluğa imkan tanımak değildir. Hedef düşmanı yok etmektir. Tamamen farklı bir mantık. Garez mantığı. Antagonistik mücadelenin mantığı. Bu da tamamen farklı bir evrensellik mefhumunu gerektirir. Burada evrensellik mefhumu, artık kapsayıcı bir ortam, bir konumlar -cinsel, kültürel, her neyse- çokluğu konteynırı değildir. Hayır!

Buradaki evrensellik, mücadelenin kendisinin evrenselliğidir. Bu mücadele içinde olma konumunda ayrıca merkezi bir paradoks da bulunur. Mücadele pozisyonu belirli bir kimlik pozisyonunun ve evrensel hakikat mefhumunun terkedilmesi anlamına gelmez. Hakikatin evrensel nosyonunun terkedilmesi, çok kültürlü politikalara bir güzel eşlik eder. Şunu söyleriz “Herkes kendi hakikat yorumunu aktarma hakkına sahiptir.” “Küresel bir hakikat yoktur.” Hayır!

Evrensel hakikat vardır. Bizim konumumuz bu olmalı. Belirli bir durumda daima evrensel bir hakikat vardır. Ama bu gerçeğe ancak belirli, taraflı, bağlantılı, mücadele ile bağlantılı bir bakış açısından erişilebilir. Yani evrensel hakikate, kendimizi belirli bağlantılarımızdan, çıkarlarımızdan soyutlayarak varamayız. Ana fikir her birimizin kendi çıkarları, konumları olduğudur. Ama hakikat hali gün yüzüne çıktığında, deyim yerindeyse kendi dışımıza çıkabilir ve duruma nesnel olarak bakarak olan biteni olduğu gibi görebiliriz. Hayır, tam aksine!

Evrensel hakikatin yalnızca taraflı, bağlantılı bir konum aracılığıyla erişilebilir olduğu paradoksunu tam manasıyla üstlenmeliyiz. Bence bugün bunun sürdürülmesi her şeyden daha kıymetli. Benim toplumsal düzeyde şimdiye dek üç biçimde pratik edilmiş kolektif mefhumuna tutunmamız gerektiğini düşünme sebebim de bu. Mesihçi dinsel kolektifler, devrimci partiler ve psikanalitik topluluklar. İkisi de, pardon üçü de tam olarak aynı, yalnızca bağlantılı, mücadeleci, öznel konum vasıtasıyla erişilebilir olan evrensellik mefhumunu paylaşırlar. Bu saf farkın siyasetine bugün bir başka, benim gerçeğin ama süper egonun gerçeğinin politikası dediğim şey muhalefet ediyor. Tam da daha önce bahsettiğim manada. Yani süperego emri, keyif almak için müstehcen sanal süperego emri. Öyleyse süperegonun emri bugün, toplumsal özdeşleşimin hegemonik kipinde nasıl iş görür?

Son derece basitleştirilmiş şekilde ifade edilecek olursa: Etiğin eski işleyişi ölçülülüktü. Etiğin nihai görevi ölçülü kılmaktı. Şunun gibi: Yap, ama aşırıya kaçma. Ye, iç – çok fazla olmadan. Seks yap – pek fazla değil. Bu münasip ölçünün etiğiydi. Bugün başka tür bir etiğin su yüzüne çıktığını iddia ediyorum. Bir taraftan sizin sınırsız tüketiminize, ılımlı davranmamanıza, sonuna dek gitmenize izin veren bir etik. Ama niçin?

Çünkü zaten nesne kendi tehlikeli özünden adeta mahrum bırakılmıştır. Bugün markette bulduğumuz tüm ürünler, kafeinsiz kahve, alkolsüz bira, şekersiz şeker vesaire potansiyel olarak tehlikeli özünden mahrum bırakılmış, yalnızca izlenimlerini edindiğiniz ürünlerdir. Bu yüzden bugünün uyarısı artık.. “kahve iç, ama kararında olsun” değildir. Şudur: “İstediğin kadar kahve iç çünkü zaten kahvenin kendisi kafeinsiz kahvedir.” Belki de bu ürün için en iyi -bir parça tatsız ama ne çıkar, neden olmasın ki?- metaforu 2-3 yıl önce Los Angeles’ta gördüm. Laksatif çikolatanın paradoksu. Elbette çikolata sizi kabız eder. Reklamdan hatırladığım: “Hala kabız mısınız? Dert değil, çikolatamızdan daha fazla yiyin. “ Yani paradoks çikolatanın neredeyse Hegelci bir şekilde doğrudan zıttıyla çakışarak, halihazırda kendi kendisinin dermanı olmasıdır. Bu neden ilginç?

Çünkü iddia ediyorum ki, bu sadece meta fenomeni ile sınırlı değil. Benim ilgimi çeken kendisinin zıt etkisine de sahip bir ürünün paradoksal mantığının bir benzerini, halihazırda nasıl da toplumsal alana yerleştirebildiğimiz. Mesela şu büyük hoşgörü meselesini ele alalım. Ne anlama gelir?

Bunun kesinlikle laksatif çikolatanın yapısına sahip olduğunu iddia ediyorum. Yani hoşgörü kendi zıttının, hoşgörüsüzlüğün görünüm kipidir. Hoşgörü bugün ne anlama gelir ki?

Farklı olanı hoşgörme anlamına. Bu da “beni taciz etme” demektir. Hoşgörü “Beni hoşgör” demektir. O da “Beni taciz etme” anlamına gelir. “Beni taciz etme” ne demektir?

Tam da “Yanıma çok yaklaşma” demektir. Eğer aşırı keyfinizle yanıma fazla yaklaşırsanız, beni rahatsız edersiniz, taciz edersiniz. Öyleyse pratik olarak her şeyin taciz olarak göründüğü gibi bir fikre sahibizdir. Size bakıyorum, bunun cinsel taciz olması ihtimal dahilindedir. Sizinle yüksek sesle konuşuyorum, bu sözlü bir tacizdir, her neyse. Her şeyin, bir başka insanın herhangi bir aşırı yakınlığının bir taciz biçimi olabilmesi imkan dâhilindedir. Ve bugün tacize dönük bu korku, tam da hoşgörüsüzlüğün asli bir biçimidir. Ve yine bugün tamamen tacizden kaçınmak olarak hoşgörüden bahsettiğimizde, bunun hoşgörüsüzlük anlamına geldiğini iddia ediyorum. Bu haydi birbirimizi hoşgörelim demek oluyor. Ki bu da aramızda makul bir mesafe bırakalım demek. Laksatif çikolata fenomeninine bir diğer örnek de, bugün varlık ile nasıl başa çıktığımız değil midir?

Bu noktada günümüzün ibretlik figürü benim için George Soros gibi biridir. Kendisi günün yarısında en insafsız finansal sömürüler ile meşguldür, yüzlerce, binlerce hatta milyonlarca hayatı mahveder. Günün kalan kısmında ise aldıklarının bir kısmını geri verir.
Yani gündüzleri çikolata, akşamları laksatif.[ müshil]

Dahil olduğu tüm insani yardım programları vesaire. Siyasal programlar, demokratikleştirme, vesaire vesaire. Yani yalnızca insafsız spekülasyonlarla meşgul olmaz, tam aksi bir eylemi de dâhil eder. Hatta daha radikal bir şekilde bugün savaşta olan da tam bu değil midir?

Bence Alman sosyolog Ulrich Beck, “militarist pasifizm” ya da “insani militarizm” terimini icat etmekte haklıydı. Tüm savaşların barış için savaş olarak ilan edildiği günümüzde olan budur. Bu yalnızca nihai hedefin Irak’a barış getirilmesi, savaş tehdidinin ortadan kaldırılması vesaire olarak tarif ediliyor olması değildir. Daha da radikaldir. Savaş harekâtının bizzat kendisinin gitgide daha fazla, oradaki insanlara yardım etmek için bir nevi insani müdahaleyi anımsatmasıdır. Irak saldırısı hakkındaki yakın tarihli meşrulaştırmaları okuyacak olursanız, bunlar sıklıkla Irak’a saldırılmasının, Batıya dönük Saddam tehdidinin ortadan kaldırması için yapıldığı hakkında değildir. Daha ziyade Irak halkına yardım içindir vesaire.

Şuna hiç şüphe yok ki, hiç şüphe yok en nihai laksatif çikolata: Toplama kamplarıdır. Giorgio Agamben’in iddia ettiği gibi, 20.yy kolektifinin bu tipik ibretlik vakası tam olarak laksatif çikolata yapısının bu iki yönüne birden sahiptir. Guantanamo ya da her neyse gibi, düşmanı tecrit etme yönü ve insanları, onlara insani yardım sağlamak için bir yerde toplama yönü. Yani bu iki şey demek oluyor. İlk olarak, bugün tüketimden bahsetmenin savunulduğunu zannetmiyorum. Tüketim toplumunda yaşıyoruz, vesaire. Tam aksini iddia edeceğim. Tüketmek, risk almak, gerçekten kendini açmak anlamına geldiğinde hiç olmadığı kadar az tüketiyoruz. Sigaradan bu kadar çok korkmamızın sebebi budur bu arada. Yalnızca tıbbi neticeleri yüzünden değil. Sigara içilmesinde bu kadar korktucu olan, sigarayı gerçekten tüketen birisinin, sigarayı içerdiği tüm bu tehlikeler ile beraber tüketiyor olmasıdır. Bence günümüzün gerçek tüketicileri uyuşturucu bağımlıları, sigara tiryakileri vesairedir. Ve tersine onlar günümüzün korku figürleridir. Laksatif çikolata yapısı yüzünden bu düzeyde bile zaten bir bakıma kafeinsiz kahve olan ürünleri ararız. Bence esrarın bu kadar popüler olmasının sebebi bu. Çünkü esrar fiilen kafeinsiz afyondur. Afyonsuz afyon. Ona ancak tehlikeli özünden yoksun bırakıldığında sahip olabilirsiniz. Bu kısa ve öz düşünceyi bir sonuca bağlamak için, bugün asli deyim yerindeyse etik emrin, toplumun bizi onunla bombaladığı emrin, artık kendinizi kontrol edin, uğraşılarınızı bastırın vesaire olmadığını söyleyebilirim. Tam aksine emir, keyif almanız, sonuna gitmenizdir. Bugün kendimizi suçlu hissettiğimiz şey budur. Bence psikanalizin rolünü asli bir şekilde değiştiren de budur. Bu onu tarihi geçmiş kılmaz, her zamankinden daha günceldir. Yalnızca işlevi asli bir şekilde değişmiştir. Bu işlevin artık eski güzel ya da öyle görünen günlerdeki, şu takip eden fikir olmadığı açıktır. Diyelim ki cinsel olarak hayal kırıklığına uğradınız, çünkü kimi pederane ya da başka yasakları içselleştirmişsinizdir. Seksten keyif alamazsınız ve psikanalizin işlevi sizi rahatlatmaktır. Bu içselleştirilmiş yasakların baskısını azaltmak. Böylece kendinizi bırakabilir, keyif alabilirsiniz. Diğer bir deyişle keyif almak için toplumsal yasakları ihlal ettiğinizde suçlu hissedersiniz. Bugün neredeyse tam aksi. Beceremediğinizde, keyif alamadığınızda suçlu hissedersiniz. Ve burada bu keyfi yalnızca anlık seks duyusu ya da içmenin vesairenin mutlak hazzı olarak almayalım. Bu iktidardan alınan keyif de olabilir, toplumsal, profesyonel başarıdan da. Hatta New Ageci anlamda ruhani bir keyif bile olabilir. Egonuzun bilinirci anlamda farkına varın vesaire. Bugün ise bu anlamda keyif alamadığınızda suçlu hissedersiniz. Bu da bizi psikanalizin günümüzdeki çifte işlevine getiriyor.

A- Mesaj rahatlayın, yasaklamalardan kurtulun değildir. Mesaj, Alain Badiou’nun harika bir tabirle ifade ettiği gibi şudur: “Kendinizin acımasız bir sansürcüsü olmasını öğrenmelisiniz.” Psikanalizin bugünkü rolü, sizi keyif alır kılmak değildir. Keyif almamanıza müsaade eden bir alan açmaktır. Bugün psikanalizin asli mesajı budur. Keyif almaya yükümlü değilsiniz. Keyif almamaya izniniz var. Bu elbette keyif almanız yasaklandı demek ile aynı şey değil. Sadece: Keyif almamanıza müsaade var. Dahası bu bizi günümüz süperegosunun, bir yandan müsamahakarlığı zıttıyla sonuçlandıran paradoksları ile karşı karşıya getiriyor. Şunun gibi: Bugün keyif almak bir emir, sonucu ise daha çok yasak, hiç olmadığı kadar düzenleme. Keyif alabilirsiniz ama münasip bir şekilde olursa. Size çok yememeniz emredilmiştir, yürüyüş yapmanız, formunuza dikkat etmeniz, sigara içmemeniz vesaire vesaire.

Şöyle bir etrafa bakınca genç çiftlerin ya da insanların hayatlarını keyif almak üzerine organize ediyor olmalarından daha acınası bir şey göremiyorum. Topyekun düzenleme. Bir diğer taraftan zıttı bir paradoksa sahibizdir. Yeni yükselen köktendincilik denen şey, yeni bir istikrar ortaya çıkarmak, istikrarlı, sabit hiçbir değerin bulunmadığı günümüz dünyasında size sabit etik bir temel sunmak namına burada değildir. Bence tam aksine bir tür hatalı özgürlük uzamı açmak için buradadır. Burada elbette üstü kapalı bir biçimde, Lacan’ın Dostoyeski’nin özlü sözünü tersyüz edişine atıfta bulunuyorum. Tanrı yoksa her şey mubah değildir, Tanrı yoksa her şey yasaklanmıştır. Hedonistik yuppilerin verdiği derstir bu. Tam aksi ama daha az mühim olmayan ders ise: Tanrı varsa her şey mubahtır. Şu anlama gelir: eğer yüce iradenin bir enstrümanı olarak kendi rolünüzü meşrulaştırabiliyorsanız, diğer bir deyişle George Bush ya da Usama bin Ladin gibi sesler duyuyor, yukarıdaki ile iletişim kuruyorsanız, – birçok insanın farkettiği gibi onların ortak noktaları budur, ikisi de dolaysız bir şekilde yukarıdakini işitirler – dilediğiniz her şeyi yapabilirsiniz. Terörist eylemler gerçekleştirebilir, ülkeleri bombalayabilirsiniz. Vesaire. Öyleyse istemin kendine içkin, yanlış özgürlük dürtüsünün varolduğu günümüz kümelenişinde kendimizi doğrultmanın ne zor olduğunu görüyoruz. Bu nedenle günümüzün esas görevi, ütopyayı, bir ütopya uzamını yeniden yaratmaktır. Bununla ne demek istiyorum?

Elbette eski moda ütopya, hiçbir zaman gerçekleştirilmeyeceğini peşinen bildiğimiz ideal dünyayı düşleme ütopyası değil. Buradaki büyük modeller elbette Platon’un Devlet’i, Thomas Moore’un Ütopya’sı ve unutmamamız gereken Marquis de Sade’ın Yatak Odasında Felsefe’sidir. Klasik ütopya budur. Sonrasında benim kapitalist ütopya adını verdiğim bir şeye sahibiz. Bir hayli ileri gidebilen, yeninin ve yeni arzuların azgın talebi. Tıpkı Amerika’daki bazı topluklarda olduğu gibi. Bugün Amerika’da bazı toplulukların cesetlerle, ölü bedenlerle cinsel oyunlar oynamak isteyen nekrofillerin, cidden haklarından mahrum bırakıldıklarını düşündüklerini öğrendim. Yani onlara ceset sağlamak toplumumuzun vazifesi değil midir?

Nasıl siz öldüğünüzde kalbiniz, organlarınız kullanılabilsin diye imza atıyorsanız, insanlar gönüllü olarak aynı şekilde bedenlerinin kullanılmak üzere nekrofillere vesaire teslim edilmeleri için imza atarak bunu gerçekleştiremezler mi?

Buradaki sorun radikal görünüyor olsa da kapitalist ütopyaya dair saçma bir şekilde mülayim bir şeylerin olmasıdır. Sonuna kadar gidebilirsiniz ama esasında hiçbir şey olmaz. Ama üçüncü bir ütopyamız var ki, bu ne gerçekten gerçekleşeceğini tahayyül dahi etmeksizin alternatif bir evren düşleyen klasik ütopyadır, ne de durmadan yeni arzuların, arzularınızı tatmin etmenin aşırı biçimlerinin kapitalist ütopyasıdır. Üçüncü bir yol var, buna tam olarak gerçek ütopyanın gerçek çekirdeği diyeceğim. Bence gerçekten radikal olan ütopya, bir özgür imgelem pratiği değildir. Sanki oturup mümkün ideal dünyaları düşünmekten başka yapılacak daha akıllıca bir şey yokmuş gibi. Kelimenin tam manasıyla içsel dürtünün dışında yaptığınız bir şeyler olmalıdır. Başka türlü yapamadığınızda, yeni bir şeyler icat etmeniz gerekir. Benim için asıl ütopya gelecek meselesi değildir. Başka yol kalmadığında acilen sahnelenecek bir şeydir. Bu anlamda ütopya basitçe şu demektir: Verili sembolik koordinatlar içinde imkansız gibi görüneni yapın. Risk alın, tam da koordinatları değiştirin. Burada çılgınca bir şeyden bahsetmiyorum. Büyük klasik, çok bilinen hatta kimi zaman muhafazakar olan eylemler bu ütopik boyuta sahiptir. Mesela şu saçma örneği alalım; Richard Nixon’ın 30 yıl önceki Çin seyahatini hatırlayın. Burada neredeyse ütopik bir boyut vardı. Neden?

Çünkü imkansız gibi görüneni yaptı. Çin en büyük kötücül süper güç olarak tasvir ediliyordu. Sovyetler Birliği ile ilişkiler yumuşamıştı ama Çin ile değil. Bu eylem tüm koordinatları değiştirdi. İmkansızı başardı. Bugün her şeyden çok buna ihtiyacımız var. Çünkü en nihayetinde bugün gerçek ütopyanın farklı bir düzen olmadığını iddia ediyorum. Mevcut düzenin süresiz olarak işlev görebilmesidir. Gerçek ütopyanın 89’da çözülen komünizm olmadığını, onun 90’ların ütopyası olduğunu iddia ediyorum. Başkalarının yanısıra Francis Fukuyama’nın üzerinde durduğu bu fikir, nihai toplumsal formu, liberal kapitalist demokrasiyi keşfetmiş olduğumuzdur. Bundan ileri gidemeyiz. Formül elimizdedir. Mesele yalnızca onu bir parça daha hoşgörülü kılmak, tüm dünyaya yaymaktır. Bence 11 Eylül’ün simgesel bir anlamı varsa, bu da o ütopyanın zamanının sona ermesidir. Tarihin gerçeği geri geliyor. Bu yüzden bugünün dürtüsü bize “İdeolojik zamanlar sona erdi, tek yapabileceğiniz trendleri kabul etmenin gerçekçi oyununu oynamak. “ diyen, sözümona post-politik politikalarca yıldırılamaz. İmkânsız olanı sahneye koymaya cesaret göstermeliyiz. Ütopyayı düşlemenin değil, ütopyayı sahnelemenin yolunu yeniden keşfetmeliyiz. Mesele yine ütopyaları planlamak değil, onları uygulamaktır. Ve bence bu yine yapmalı mı yoksa varolan düzeni öylece sürdürmeli mi sorusu değildir. Çok daha radikaldir. Ölüm kalım meselesidir. Gelecek ya ütopyacı olacaktır ya da bir gelecek olmayacaktır.

Slavoj Žižek
Çeviri : Çiçek Üşümezgezer